Türklerde renkler ve 9 sayısı.

313 views
Skip to first unread message

dogan akuras

unread,
Mar 27, 2008, 4:09:39 AM3/27/08
to Tirkes Malikguliyev, Can Topanca, Fevzi Sahin Celik, ahmet esad gencar, Ufuk Şentürk, AYDIN' LI EFELER, MEHMET ÇANKAYA, hakki...@hotmail.com

TÜRK KÜLTÜRÜNDE RENKLER

image00175.jpg

Binlerce yıllık Türk tarihi boyunca Türk kültür yapısında renkler, belirli manalar kazanmışlardır. Hattâ renklerin milletimizin hayatında büyük bir zenginlik içinde olduğunu söyleyebiliriz. Renklerin yalnız bir manası olmayıp, bazen ifade yerlerine göre birçok farklı anlamlar içerisinde olduğu da bilinir. Her milletin içtimaî yapısında renklerin bir değeri vardır. Fakat bizim burada yapacağımız değerlendirmeler, yalnızca Türk kültür hayatı içinde olanlarıdır. Diğer kültürlerdeki değişik anlamların bizim kültürümüzdekiyle alâkalı olmadığını bir defa daha zikrettikten sonra, bu renkleri sırasıyla izah edelim.

Türk tarihinin muhtelif devrelerinde renklerin yönleri ifade etmek için kullanıldığını biliyoruz. Dört yönün her birisi ayrı bir renk ile şekillenmiştir. Bunlardan ;

kara=kuzey, kızıl=güney, gök=doğu, ak=batı olarak kullanılır.

Bin yıl önce Anadolu'yu fetheden Türkler, Türkiye'nin kuzeyindeki denizi Kara-Deniz, batısındakini Ak-Deniz1, güneyindekini Kızıl Deniz şeklinde isimlendirmiş2, fakat doğuda bu isimle adlandırılacak deniz bulunmadığı için büyükçe bir gölün adını da Gökçe-Göl olarak tanımlamışlardır. .

Bundan başka Orkun kitabelerinde devlet adı Türk Kağanlığı şeklinde geçmekte iken, bir yerde Kök Türk ibaresine rastlanır. Bu ise devletin doğu kanadını belirtmek için kullanılmıştır. Yine bilindiği üzere Hun Devleti'nin batıdaki bölümünün adı Ak-Hun biçiminde ifade edilmekteydi. Avrupa'ya giren Hunlar da, Kuzey Hunlarının devamı olmaları hasebiyle Macar kaynaklarında Kara-Huniar olarak bilinirler. Osmanlı tarihinde Boğdan'ın kuzeyi3 ifade edilmek istendiği zaman Kara-Boğdan şeklinde söylenmiştir.

Yine Altun-Orda Hanlığı'nın batı kanadı Ak-Orda, doğu kanadı ise Gök-Orda idi. Buna benzer şekilde dağ, tepe, ırmak, deniz, şehir gibi pek çok coğrafi isimleri bu renkler esas olmak üzere Türk coğrafyasında görmek mümkündür.

Bu dört renkle birlikte kullanılan bir beşinci renk vardır ki, o da "sarı"dır. Sarı renk yön değil, bu dört rengin ortasında yer alan merkezi karşılamak için kullanılmıştır. Devlet yapısı bakımından değerlendirilecek olursa, sarı renk merkez hâkimiyetini ve kudreti ifade etmektedir.4 Birçok sarı yanında kullanılan Türk sarısı, "altın sarısı"dır.5 Altın bilindiği üzere, kuvvet ve kudretin, hâkimiyet ve zenginliğin karşılığı olarak dünya var olduğu günden beri değerini korumaktadır. Yine bu anlayışa uygun olarak tarihte güçlü ve cihangir hükümdarların hepsi altın tahtla birlikte tasvir edilmişlerdir.

Yukarıda zikretmiş olduğumuz gök renk, yabancılar tarafından söylendiği üzere "Türk Mavisi", turkuvaz şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak gök renk yanında bir diğer rengin daha eşit anlamda kullanıldığını tarihimizde görmekteyiz. Bu renk yeşildir. Yeşil renk Orkun kitabelerinde Yaşıl şeklinde geçmektedir. Kelimenin aslî biçimi olan bu ibare Çin'deki Gök-Irmak karşılığı kullanılmıştır.6 Ayrıca yeşil renk pek çok coğrafi mekanlarda yukarıdaki renkler gibi aynı ölçüde kullanılmaktadır. Anadolu'muzdaki Yeşil-Irmak buna bir delildir.

Yaşıl veya yeşil, gençliğin, hayatiyetin ifadesi olan bu renk, Osmanlı sancak renkleri arasında yerini bulmaktadır. Yeşil, kırmızı ve sarı, bu üç renk tarihimizde birlikte kullanılan renkler arasındadır. Bu üç renk bir kompozisyon biçimi içinde tarihimizin derinliklerinden gelen yapıda mevcuttur. Selçuklu Devleti'nin kurulduğu sırada cihan sultanı durumunda olan Tuğrul Beğ'in, Sultan Alp Arslan'ın ve oğlu Melik-Şah'ın ordusunda bu üç renkli sancaklar beraber kullanılmıştı. O devrin İslâm kaynaklarında verilen bilgilerde "sultan, Türkmen ordusu ile hareket ediyorsa, bu üç renkli sancak mutlaka orduda bulunurdu" denmektedir. Eğer halifenin arzusuna uygun bir sefer yapılacak olursa, orada halifenin alâmeti olan siyah sancağın da kullanıldığını görüyoruz. Osmanlılarda ise bu üç renkli hilâlli sancaklar aynı zamanda harp sancaklarıdır. Üç rengin manası sırasıyla şöyledir:

Yeşil hayatiyet, kırmızı güçlülük ve sarı hâkimiyet demektir.

Hattâ Mehter takımındaki sancaklar bu hâkimiyetin üç rengini de sembolize eder. Bütün bunlara ilâve olarak, Osmanlı padişahının resmî sancağı bu üç rengi birleştiren kompozisyon içinde idi.7 Harp tarihi müzesinde ve son Osmanlı sancak ve askerî kıyafetlerine ait kitapta bunları görmek mümkündür.

Renklerin bu manaları yanında bilhassa, kara rengi zengin bir muhteva içinde görmekteyiz. Orkun kitabelerinde kara kelimesi birçok yerde Kara-Bodun şeklinde geçmektedir. Bazı dilci ve şarkiyatçılar kara kelimesini burada "avam halk" manasında düşünmüşlerdir. Ancak bu değerlendirmeyi yapabilmek için zıt manada olan Ak-Bodun'u da bulmak lazımdır. Ak-Bodun ibaresine asla rastlanmıyor. O zaman avam karşılığı olan asil de yok ,demektir. Öyleyse yukarıdaki düşünce tarzının yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Hakiki manayı bulma zarureti vardır. Buradaki kara, güçlü ve büyük manasında kullanılmıştır. Çünkü kitabelerde Kara-Bodun itibar edilen, değer verilen bir mefhum olduğu için onun avam halk manasına gelmesi mümkün değildir. Hattı zatında Türklerde sınıf farkının olmadığı bilinir. Bunun en güzel misali Oğuz-Kağan Destanında görülür. Oğuz İli, Oğuz Kağan'ın altı oğlu ve yirmi dört torunundan neşet etmiştir. Diğer Türk illerinden olan Uygur, Karluk, Kıpçak, Yağma, Çigil, Toksı gibi iller ise Oğuz-Kağan'ın amcaları, Or-Han, Kür-Han, Küz Han'ın neslinden gelmektedirler. Destandaki bu an'ane hepsi bir atadan türeyen milletin mensuplarını eşit kılmaktadır.

Bu kısa değerlendirmeyi yaptıktan sonra, Orkun kitabelerindeki vermiş olduğumuz mana yerine oturduğu takdirde metinler anlam bakımından daha da güçlülük kazanmış olacaktır. Zira sınıf farkı olmayan Türk millet yapısında bir ferdin diğerine asalet iddiasında bulunamayacağı gibi, asilin de olmadığı yerde avamlık olmayacağı muhakkaktır.

Kara rengin cemiyet hayatımızda kullanılış itibarıyla bir diğer manası; kara-gün, yas, karalar bağlamak, kara bulutların çökmesi gibi kelime ve terimlerle ifade edilir. Orkun kitabelerinde olsun, Dede Korkut'ta olsun kara renk bir yas, bir ızdırap, bir acının karşılığıdır. Karanın müspet bir manası daha vardır.

Kara-Koyunluların hükümdarı Kara Mehmed Beğ ve Kara Yusuf Beğ, Ak-Koyunluların ecdadı Kara Yülük Osman Beğ, Osmanlıların atası Kara Osman Beğ adlan ve lâkaplarıyla metinlerde geçmektedir. Buradaki kara ise, doğrudan doğruya yiğit, kahraman ve alp kişi manasındadır. Kara rengin dil ve edebiyatımızda başka bir manası da vardır. Kara-Samsun, Kara-Maraş gibi şekillerde kullanıldığı takdirde; esas Samsun, esas Maraş'ın neşet ettiği ilk mahâl manasına alınmalıdır.

Yas anlamına gelen kara rengin yanında tarihimizin bazı bölümlerinde Ak ve Gök rengin de yas manasında kullanıldığını görmekteyiz. Bu nokta üzerinde bir araştırma yapmaya ihtiyaç olmakla beraber, bu iki rengin kullanıldığı yerlerdeki ölüm hadiselerinde şahâdet hali vardır. Öyle zannediyoruz ki, bu renkler herhangi bir ölüm için değil, zulümle veya şahadet halindeki durumlar için değerlendirilmelidir.

İzahını yaptığımız renkler yanında bu renklere muadil gibi görünen kullanım tarzlarını da görmekteyiz. İlk akla gelen renklerden Yağız ve Boz kelimeleridir. Orkun kitabelerinde yerin kara ifadesini kullanmak üzere yağız yer denmiştir. Toprak rengidir. Ancak at rengi olarak kullanılacak olursa, siyah at manasına gelir. Yağız kelimesi, yağız yiğit, kara yiğit anlamında dilimizde tabir olarak yiğitlik işareti olarak bilinir. Boz renk ise hem kara, hem de beyazın karışımından meydana gelen kurşunî renge yakın bir renktir. Metinlerde toprak rengi ve at rengi olarak kullanılmıştır. Ak renk karşılığı olmak üzere at rengi olarak kır kelimesi de kullanılır. Ancak kır ile birlikte ala-kır, bakla-kır, boz-kır, kırçıl, demir-kır, gök-kır tabirleri at rengindeki beyazla ilgili renklerin karışımını anlatır.

Ayrıca doru, yine at rengi olarak metinlerde geçmektedir. Doru esasında kestane rengidir. Ama doru yanında, kırda olduğu gibi, yan renkler de vardır. Çünkü atlar her zaman kır, doru, yağız, al gibi renklerde olmazlar, karışık renkleri bünyelerinde barındırırlar. Bu bakımdan yağız doru, açık doru, hurma doru şeklinde at renklerini veya donlarını bilmekteyiz. Bir diğer at rengi olarak al renk vardır. Kızıl renge yakın bir renktir veya kızıla meyil doru da denilebilir. Bu renge ilâve olarak Kula at vardır. Kula at ise kızıl ile bozun karışımı olarak görülür.

Burada bir noktayı daha ifade etmek gerekirse, atın donu tabiri binlerce yıllık kültür tarihimizin temel ibarelerindendir. Türk kültür tarihinde renklerin zengin bir mana içinde olduğu şu kısa makalede dahi görülecek ölçüdedir.

Prof. Dr. Mustafa KAFALI

 Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tarih Bölümü

DİPNOTLAR:

1 Atatürk'ün Dumlupınar Savaşı'nda vermiş olduğu emir "Hedefiniz Akdeniz'dir" şeklinde olmuştur. Burada kastedilenin Antalya, Mersin veya Adana değil, İzmir şeklinde olduğu gayet açıktır. Zira bu denizin adı Ak-Deniz veya Ak-Deniz'in bir bölümü olarak Adalar Denizi diye yüzyıllar boyunca adlandırılmıştır. Ancak bugün hatalı olarak eski Yunancasının bozulmuş biçimi olan Ege kullanılmaktadır.

2 Kızıl, al ve kırmızı renklerin benzerliğine rağmen ayrı ayrı kullanılışı vardır. Bayrak aldır kan aldır. Güney ise kızıldır. Kiremit kırmızıdır. Bu hususlar dil ve edebiyatımızda farklı kullanılırlar.

3 Bogdan in kuzeyi bugünkü Moldavya Cumhuriyeti arazisidir.

4 Hazar Kağanlığının ilk başkenti Itil Şehri'nin bir bölümü Sarıg-çın, ikinci başkentleri ise Sang-el adlarıyla bilinir. Burada hâkimiyetin merkezi san renk açıkca görülmektedir.

5 Türk hâkimiyet anlayışında gün-doğusundan, gün-batısına kadar ibaresi kitabelerde ve destanlarımızda yer almaktadır. Güneş ışıklarının nüfuz kabiliyeti, hâkimiyet ile özdeşleşmiştir. San rengi bu şekilde değerlendirmek isteyenler de vardır.

6 Kitabelerde Yaşıl-Ögüz şeklinde geçer.

7 Bugünkü Cumhurbaşkanlığı forsu karşılığı olmak üzere.
 
 
 
 

TÜRKLERDE KUTSAL SAYI : DOKUZ

image00171.jpg


Türk kağanlarının dokuz tuğu bulunurdu. Radloff'un saptadığı Manas Destanı'nda, Manas'ın gömülüşü anlatılırken, ölüsünün dokuz gün bekletildiği, işlemeli giyimlerinin dokuz parçaya bölünüp halka üleştirildiği anlatılır. Osmanlı Türklerinde de görülen, verilen armağan dokuz sayısı ile ölçülmesi geleneği çok eskilere dayanır. Buna benzer olarak, Marco Polo Cengizli Kağanlığı'nda büyük hana verilen armağanların dokuz kat olarak sunulması gerektiğini söyler. Dede Korkut Kitabı'nda geçen dokuzlama çargap da armağanların en büyüğüdür. Yine Dede Korkut Kitabı'nda, Deli Dumrul doğduğunda babası dokuz buğra öldürür; ana oğlunu dokuz ay dar karnında taşımıştır; Oğuz beğlerinin toylarında onlara dokuz karagözlü kafir kızları sağarak (bardak, kadeh) sürerler, badyalar dokuz yerde kurulur, Oğuz alpı övünürken düşmanın dokuzunu bir yerine saydıracağını söyler, dört tür kadın içinde en kötüsü sabahleyin daha elini yıkamadan dokuz bulamaç yer.

"Dokuz" kelimesinin Eski Türkçede ki söylenişi tokuz'dur. Eski Türk boylarının kimilerinin adlarında dokuz sözcüğü geçer. Örnek Tokuz Oğuz (Dokuz Oğuz), Tokuz Ogur (Dokuz Ogur), Tokuz Tatar (Dokuz Tatar).

Altay şamanizminde, dokuz sayısının önemli bir yeri vardır. Mesela Altay şamanları, omuzlarından dokuz ok (Yebe) ve yay (Ya) simgelerini eksik etmezler. Onlara göre bu dokuz ok ile yay, Kuday'dan tartkan, yani Tanrı'dan uzatılan şeylerdir. Altay Türkleri'ne göre, insanın iskeletinde avuç, ayak kemiği, baş, bel, dirsek, diz, el bileği, omuz, topuk olmak üzere dokuz ek vardır. Altay Türklerin de şaman (kam), Ülgen'e (Tanrı'ya) kurban sunmak için göğe çıkar. Bu yolculuk üç gün sürer. Kurbanı göğün dokuzuncu katına çıkarınca Ülgen'e sunar. Yeraltı ve gök dokuzar kattır; ikisinin arasındaki yeryüzünde insanlar oturur. Altay şamanizminde Ülgen'in dokuz kızı ve dokuz oğlu varken, kötülüğün simgesi olan Erlik Han'ın (Erlik Han bir tür şeytandır) da aynı biçimde dokuz kızı ile dokuz oğlu vardır. Yine Altay Türklerin de, Örüs Sara adını taşıyan bahar bayramı dokuz mart kutlanır. Örüs Sara'nın anlamı, sürüleri otlatmağa çıkarma bayramıdır. Altaylılar'ın Gök Tanrı Kurbanı ile Dağ Kurbanı bayramlarının törenleri dokuz gün sürer; ilkbahar ayinine de dokuz masum kız ile dokuz masum erkek katılır. Şamanların giydiği Manyak adlı hırkanın sağ kolunda dört, sol kolunda 5 olmak üzere toplam dokuz çıngırak bulunur. Altay Türklerinin kıyamet tasvirine göre, denizin dibinde dokuz çatallı Karataş vardır ki kıyamet zamanında bu taş dokuz yerinden açılacak, demirden ve koyu sarı atlara binmiş dokuz atlı çevreye saldıracaktır.

Altay Türkleri nin Yaratılış Destanı'nda Tanrı, evreni yaratırken bir de dokuz dallı bir ağaç yaratır. Sonra Tanrı, her dokuz dalın kökünden birer kişi yaratır ve her kişiden birer oymak türer (toplam dokuz kişi, dokuz oymak). Anohin, Altay Türkleri'nin inanışında yer alan ve yer altında yaşayan Abra ve Yutpa adlı iki büyük canavarla ilgili bilgiler verirken şöyle der: "Yeşil bir kumaştan yapılmış ve örgülerle süslenmiş Abra'nın tasviri, şamanın giysisine asılır. Abra'nın başı puhu tüyleri (ülberk) ile süslenir. Gözü, parlak bakır düğmelerden, ayakları da genellikle kırmızı kumaşlardan seçilmiş yamalardan yapılır. Bunlara, örülmüş dokuz püskül eklenir." Altay Türkleri nin kutsal yaşam (gök) ağacı da dokuz dallıdır.

Güney Sibirya'da yaşayan Minusinsk Tatarları'nın söylediği bir destanda, İrle Han'ın evinin önünde bir kara ağaç vardır. Bu ağacın kökünden dokuz ağaç yükselir. Bir Güney Sibirya masalında yer altındaki kötü ruhlar, masalın kahramanı olan çocuğa dokuz zincir vurur ve hapsederler. Kuzey Asya masallarında altın yeleli, gümüş üzengili, kuyruğu dokuz örmeli, dokuz kolanlı atlardan söz edilir. Yakut Türkleri'nin Er Sogotoh Destanı'nda gök, dokuz katlıdır; yine bu destanda Kara Han'ın dokuz kızı vardır. Ayrıca gök ruhları da dokuz adettir.

Yukarıda da değinildiği gibi, Türk kağanlarının dokuz tuğu olurdu. Göktürkler çağında bir kişi kağan olduğunda, bir kalkan (ya da bir keçe) üzerine konup, göğe kaldırılarak dokuz kez döndürülürdü. Ayrıca Göktürk Anıtları'nda, Tokuz Ersin (Dokuz Ersin) adındaki bir yerden söz edilir. İlhanlı hükümdarı Hulagu'nun karısı ve en yakın danışmanı olan ve bir hıristiyan olan kadının adı da Dokuz Hatun idi.

Dokuz sayısı, Türkler'in destanlarında da çokça geçer: dokuz ağaç, dokuz boy, dokuz dallı ağaç, dokuz dev, , dokuz felek, Dokuz Oğuz gibi. Türkler Ergenekon'dan, bir rivayete göre dokuz martta, bir rivayete göre de yirmi bir martta (Nevruz Bayramı'nın kutlandığı gün) çıkmışlardır. Herhalde dokuz mart, Ergenekon'dan çıkışın başladığı gün, yirmi bir mart da çıkışın tamamlandığı gündür.

Oğuz Destanı'nın İslami versiyonunda Oğuz Kağan, oğulları ve ordusu bir seferden sağ esen dönünce, büyük bir toy hazırlanmasını buyurur. Büyük bir otağ diktirir ve otağın her direğini altınla kaplatır. Yakut, safir, zümrüt, firuze gibi değerli taşlar ve incilerle süsletir. Bu olay destanda şu sözcüklerle anlatılır:

Bir ev tikdi altundan ol şehriyar,
Kim ol evden felek evi kıldı ârâ.
Tokuz yüz yılkı (at), tokuz bin koy(koyun) öltürdi,
Bulğardan (deriden)toksan tokuz havuz kıldurdı,
Tokuzına arak (rakı), toksanına kımız tolturttı.
Barça (bütün) nökerlerin (beğlerin) keltürtti (getirtti).

Görüldüğü gibi, Oğuz Kağan bu toyda dokuz yüz at ile dokuz bin koyun kurban etmiş, doksan havuz yaptırmış, bu havuzların da dokuzuna rakı, doksanına kımız doldurtmuştur. Bu toy, Oğuz Kağan'ın son toyudur. Oğullarının üç gümüş ok ile bir altın yay bulup kendisine getirmeleri üzerine düzenlemiştir.

Oğuz Kağan'ın düzenlemiş olduğu bu toyun bir benzerini oğlu Gün Han da yapmıştır. Ebül Gazi Bahadır Han'ın yazmış olduğu Şecere-i Terakime (Türkmenler'in Şeceresi) adlı esere göre Oğuz Kağan'ın oğlu Gün Han, verdiği bu şölende dokuz yüz at ile dokuz bin koyun kestirir, deriden yapılmış dokuz havuza rakı doldurtur, doksan deri havuza da kımız saldırır.

Manas Destanı'nda ağulanıp ölen Manas'ın cenaze töreni anlatılırken, dokuz sayısı büyük rol oynar. Destan'da, Manas'ın ölüsü dokuz gün bekletilir, doksan kısrak kesilir, halka dokuz kat kumaş dağıtılır. Manas dirilince, kırk yiğidi bunu öğrendiğinde her biri dokuz deve ile dokuz inek kestirir. Yine bu destanda Köl-Çora, dokuz çobanlı bir sürüde aş pişirir.

Dokuz sayısı, günümüz Türk deyimlerinde de yer edinmiştir. Mesela, sıkıntılı bir durumdan kurtulan kişiler dokuz doğurdum derler; bir sözün birçok kez söylendiğini anlatmak için de doksan dokuz kez söyledim denir.

Sonuç olarak dokuz ve dokuzun katları olan doksan, dokuz yüz, dokuz bin sayıları Türk kültüründe önemli bir yere sahiptir. Bu sayılar, kutsal olan varlıklar için kullanıldığı gibi kahramanlar için de kullanılmıştır. Ayrıca Türkler in önemli kutlama günlerinin tarihlerinde de dokuz sayısına rastlarız. Devlet yönetimine de işleyen dokuz sayısı coğrafi adlarda da görülmüştür. Ayrıca deyimlerde de yer almış ve yoğunluk, çokluk, güçlülük anlatan bir kelime olarak kullanılmıştır.

Tokuz göklerin sayısı ve hendesenin rakamlarının şekilleri ve Moğol sülalesi sultanlarının sayısı dokuzdur. Kimi tarihçiler Türkler'in atası olan Yafes'in oğullarını da dokuz sayarlar. Bundan dolayı Türkler uğur dileyerek dokuz üzerine hesaplarını yaparlar.

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages