Mona Rosa'da, 'gül' imgesi eksendedir / Sadık Yalsızuçanlar

8 views
Skip to first unread message

mavizaman.com

unread,
Jan 28, 2007, 5:29:11 AM1/28/07
to ANTİ-MONNA ROSA
Çarşamba, Eylül 21, 2005
Modern Türk Edebiyatında
Aşka Dair Çeşitlemeler

Sadık Yalsızuçanlar

Aşk vadisinin çağlayanlarından bir bilge, Hz. Mevlana, 'Sevgili'ye
yakın olduğumuz kadar/Canımıza bile yakın değiliz/Ben O'nu asla
anmıyorum/Çünkü ancak/Yanımızda olmayanları/Hatırlamak demektir' der.
Bu belirleme, bütün bir aşk ahlakının özünü oluşturur. Sevgili,
Hak'tır ve O'ndan ayrı olmak ontolojik olarak imkansızdır. İnsanın,
kendisini, kendi kişisel doğasının sınırlarına hapsederek, O'ndan
uzaklaşması söz konusu olabilir. Bu ise, insanın asli doğasına ihanet
etmesidir. Aşk tektir ve daima yakıcıdır. Yakar ve bu niteliğiyle,
yeni bir vücudun varlığına neden olur. Aşk, tüm özellikleri ve
türleriyle, gerçekte Allah'ın Vedut adından gelir. Sevginin kaynağı
O'dur. Varlık ise sevgiden doğmuştur, korkudan değil.
Korku ve kuşku, insanın sevgiyi yitirmesiyle belirir. Yine aşk ve
hikmet ırmağında çağlayan bir başka bilge, İbn Arabi, Allah'ın kendi
ruhundan üflediği varlığa iştiyak duyduğunu yani aşık olduğunu söyler.
Ve kadınla erkek arasındaki iştiyakın da bu aşktan geldiğini ima eder.
O'na göre, kadının erkeğe olan vurgunluğu, insanın kendi yurduna olan
düşkünlüğüdür.
Yani Seven, Sevilen ve Sevgi diye nitelediğimiz üç ayrı varlık,
gerçekte tektir ve bu üçlük bizim bir sanımızdır yalnızca. Bir kutsi
hadiste şöyle denir : 'Ben'i arayan Beni bulur. Ben'i bulan, Ben'i
tanır ve bilir. Ben'i bilen Ben'i sever. Ben, Ben'i sevene aşık
olurum. Ben, aşık olduğumu öldürürüm. Benim öldürdüğümün diyetini
ödemek yine Bana düşer. Ben'im öldürdüğümün diyeti ise, bizzat
Ben'im.' Bu, sıhhatinden emin olalım olmayalım kutsi hadisin
bildirdiği şey, aslında Seven'in de Sevilen'in de sevginin de aynı
varlık olduğudur.
Bizim, geleneksel tasavvurumuzda aşk, ana çizgileriyle değindiğimiz bu
yoruma dayanır.
Klasik duygu tarihimiz, yüzyılın başlarına değin, böylesi bir vadide
akar.
Bugün kitaplıklarda mahzun biçimde bekleyen klasik eserlerimizde, hep,
aşkın ilahi boyutu dile gelmiştir. Hz. Mevlana'nın Divan-ı Kebir adlı
muazzam eseri, bize, bütün bir Doğu duygu dünyasının zenginliğini
yansıtır.
Gerek Divan gerek Tekke gerekse Halk edebiyatımızda, aşk, insanın
sonsuz yolculuğunda temel kavram olarak yerini almıştır.
Modern zamanlara gelindiğinde durum değişir.

Bu bakımdan Şeyh Galib bir dönemeçtir. Galib Dede, geleneksel şiirin
doruğu ve son adı olduğu kadar, yeni edebiyatın da ilk ismidir.
Genç yaşta kaleme aldığı ünlü mesnevisinin de adı, Güzellik ve
Aşk'tır.
Bu şiirsel öykü, geleneksel aşk tasavvurunun metafiziksel imajlarını,
kusursuz biçimde yeniden üretmiştir.
Aşk dağının doruğuna nasıl çileli bir yolculukla ulaşılabildiğini Şeyh
Galib bize, mükemmel bir imaj dünyası ve soyutlama ile anlatır.
Aslında anlattığı, yüzyıllardır anlatılan bir öykünün ta kendisidir
ama, Galib Dede, bütün bir birikimi inanılmaz bir ustalıkla yeniden
üretmeyi başarmıştır.
Şeyh Galib'ten sonra, özellikle kültürün siyasileşmeye başladığı bir
dönemde, Tanzimat ve onu izleyen zamanlarda aşk, edebiyatın asli
teması olmaktan çıkar.
Artık hürriyet, müsavat, adalet gibi yeni ve bir başka dünyaya ilişkin
kavramlar girmiştir şiirsel sözlüğümüze. Tanzimat döneminde, 'aşk'ı
konu edinen bir dizeye rastlamayız. Bir imparatorluğun, son Roma
imparatorluğunun çözülmeye başladığı bu zamanda, okur yazarlar,
'devlet-i ebed-müddet'in nasıl kurtulacağına ilişkin çözümler aramaya
koyulurlar.
Ta ki, Servet-i Fünun diye adlandırılan yeni bir edebi akıma değin.
Servet-i Fünun dönemi yazarları, yeniden aşk ve diğer kişisel temalara
dönerler ama bu dönüş, doğrudan geleneğe yönelik bir yolculuk
değildir. Bugün adına Türkiye dediğimiz coğrafyada o dönemde yaşamış
olan insanların tasavvuru artık, gelenekle örtüşmeyen bir tasavvurdur
ve yüzünü Batı'ya çevirmiş bir toplumun yaşaması kaçınılmaz olan
sorunlarla doludur. Aşk da, artık iki ayrı cinsin yaşadığı psişik bir
süreç, bir yaşantıdır. Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati dönemi
edebiyatçılarının aşka bakışları bu bakımdan gelenekten tümüyle
ayrılır. Aile sorunları kendisini göstermeye başlamıştır. Gerçi bu
türden temalara Cumhuriyetin ilk dönem edebiyatçılarında daha çok
rastlarız ve bu değişim her kuşakta kendisini daha çok hissettirerek
sürer. Ama ilk aile dramları, bireysel psikolojileri bakımından
sorunlu ve yaralı insanlar, marazi aşk ilişkileri, Tanzimat sonrası
dönemin özelliklerindendir.
Yahya Kemal'le birlikte, aşk yeniden geleneksel tasavvuruyla yüzleşir.
Kuğunun Son Şarkısı'nda da Sevgili etiyle kemiğiyle yer almaz. Gerçi
Sicilya kızları gibi tekil örneklere rastlarız ama, esas itibariyle
O'nda aşk, daima gizemli ve ilahi boyutlarıyla dile gelir ve
geleneksel mazmunlara geri döner. Bu arada kanımca iki ayrı isim,
aşkın modern bir biçimde işlenmesi bakımından çok ilginçtir : Necip
Fazıl ve Nazım Hikmet. Necip Fazıl'la birlikte, aşk teması daha derin
psişik süreçleriyle karşımıza çıkar. Yine O'nda da kadın sözgelimi bir
'kalıp' yani fikir kalıbı olarak ele alınmıştır ama, kadının beşeri
güzelliğinin alabildiğine pitoresk bir biçimde anlatıldığına da tanık
oluruz. Necip Fazıl, şiirin en kişisel dil olduğunu ilk kez ve derin
biçimde kavramış ve böylesi bir şiir dili üretmiş kişidir. İnsanın
dünya ile, toplumsal düzenle uyumsuzluğunu, öteki ile sorunlu
ilişkisini ve 'ben'iyle sorunlarını anlatırken, aşkı da bu bağlama
yerleştirmiştir. Bir güzellik nesnesi olarak kadını işlediği şiirleri
de vardır. Nazım Hikmet'te ise, kadın, tümüyle beşeri nitelikleriyle
dile gelir. Kadın'ı, 'vatan'ının ve 'dava'sının simgesi olarak da
kullanan şair, aşkın beşeri yönlerini anlatmada oldukça ustadır ve
okur tarafından en çok sevilen metinleri hep böylesi metinleri
olmuştur. Tutuklu geçirdiği yıllarda, eşine/sevgilisine olan özlemini,
ayrılığın yakıcılığını ve umarsızlığını çarpıcı bir biçimde
anlatmıştır. Bir yandan da kadını 'ülke'sinin bir imgesi olarak
yansıtmıştır. Bu iki önemli isimden sonra, aşk, geleneksel tasavvurdan
adım adım uzaklaşarak, daha beşeri ve psikolojik boyutlarıyla
anlatılır hale gelmiştir. Arada Sezai Karakoç gibi istisna bir isim
karşımıza çıkar. O'nun uzun yıllar fotokopi biçiminde elden ele
dolaşan Mona Rosa şiiri, doğrudan aşkı konu alır. Karakoç'un öteki
metinlerinde de aşk temel bir tema olarak işlenmekle birlikte, bu ünlü
şiir, beşeri bir aşktan yola çıkarak İlahi olana ulaşmanın modern
zamanlarda yeniden üretilebileceğini de göstermiştir. İlk
yayımlandığında, ilk bölümünde bir akrostiş de yer alır ve Muazzez
Akkaya adı karşımıza çıkar. Söylentiye göre, şair, ona aşık olmuştur
ama, ona olan aşkı, kavuşamamanın da etkisiyle ilahi bir mecraya
girmiştir. Mona Rosa'da, 'gül' imgesi eksendedir. Bu, geleneksel bir
imadır. Bu uzun şiir için, bir modern mesnevi denebilir. Karakoç,
damarlarına uzandığı ve kendisini bağladığı geleneksel şiirin ana
imgelerini/mazmunlarını yeniden üretmiştir. Ama, sevgili için çekilen
acılar, şiirde, beşeri yönleriyle de dile gelmiştir. Şiir, geleneksel
olandan farklı biçimde, aşkı bireysel bakımdan da anlatmayı
başarmıştır.
Karakoç'tan sonra özellikle İkinci Yeni şairlerinde artık aşk, daha
farklı boyutlarıyla karşımıza çıkar. Burada, aşkın imkansızlığından
söz edilebileceği gibi, özellikle cinsel niteliklerinden de
bahsedilmektedir. Cinsel aşkın merkeze yerleştiği bu estetik evrende,
tema iyice kılcallaşır. Arada, 'aşk, çocuklar parlayınca görülen
ışıklardır' diyen Cahit Zarifoğlu gibi oldukça farklı isimler de
karşımıza çıkar gerçi. Ama bir genelleme yapacak olursak, altmışların
ikinci yarısından itibaren hem şiirde hem de öykü ve romanda aşk
temasının işleniş biçimi daha bireysel ve cinsel yönleriyle
gerçekleşmiştir, diyebiliriz.
Aşkın psikolojik boyutlarını merak eden ve bize anlatan edebiyatçılar
arasında Mehmet Rauf, Halit Ziya, Peyami Safa gibi isimleri de
saymamız gerekir. Eylül romanı, hazan imgesini ve atmosferini öykünün
üzerine bir örtü gibi sererek bize modern yaklaşımın da çarpıcı bir
örneğini sunar. Halit Ziya'da yaşak aşk ve çözülen ilişkiler çokça
dile gelir. Peyami Safa ise bu temanın psiko-sosyolojik niteliklerini
zengin bir anlatım içinde aktarır.
Yetmişli yıllardan itibaren, edebiyatımızda aşkın, beşeri, ilahi,
cinsel, toplumsal ve ruhsal boyutlarıyla ve zengin öyküsel fonlarda
tartışıldığına tanık oluruz.
Modern edebiyatçı, kendi kişisel öykülerini, gözlemlerini ve bir tür
ruh göçü yaşayarak düşlediklerini, Batılı örnekleriyle rahatça boy
ölçüşebilecek bir zenginlikte anlatabilmektedir.
Ne ki, aşkın geleneksel tasavvurundan hayli uzaklaşmış bulunuyoruz.
Arada kimi ışıltılı öykülere rastlamıyor değiliz ama aşkın,
alabildiğine kirlenmiş bir toplumsal ortamda, ilahi
yönleriyle anlatılması artık imkansızmış gibi görünüyor. Aşkın
imkansızlığı sorunsalı, modern edebiyatçının çeşitlendirmekten
usanmadığı bir mesele olarak önümüzde duruyor. Aşkın vahşi ve cinsel
özellikleriyle ele alındığı kimi 'başarılı' metinlere rastlıyoruz.
Edebiyat kamuoyunu aşarak 'kitle'sel okura ulaşan bu türden metinlerde
bireylerin kimlik sorunları ve 'öteki'yle ilişkisi bağlamında aşk
yaşantısı da anlatılıyor. Aşkın tümüyle bir duygu durumu olarak
algılandığı açık. Durum böyle olunca aşk da bir vahşet ortamı olarak
düşünülüyor. Hz. Mevlana'ya dönecek olursak, 'canımızdan daha yakın
olduğumuz Sevgili'nin öyküsü değil bu zamanda anlatılan.

* ali ömer @ 22:40 Devamı | 1 yorum | Yorum yaz

1 Yorum var:
5/24/2006 09:33:00 PM'de bu yorumu yazan, fatma esti diyor ki;

aşkı cevizin kabuğu gibi gören modern insan ,kendi ruhunun da dış
çeperlerinde geziniyor.bunun sonucu olarak yaşadığı kısır bunalımların
pençesinden kurtulamıyor.gittikçe budanan ,budandıkça da anlamsızlaşan
bir aşk kime ne verebilir ki...
f.esti

KAYNAK
http://gokekin.blogspot.com/2005/09/modern-trk-edebiyatnda-aka-
dair.html

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages