"Çözülen Ülke Türkiye ve Tavrımız"

6 views
Skip to first unread message

Memati

unread,
Oct 17, 2009, 9:42:02 AM10/17/09
to Sanal Klavye
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
"Çözülen Ülke Türkiye ve Tavrımız" Konulu Toplantıda Yapmış Oldukları
Konuşma Metni
Kadir Has Kongre Merkezi Kayseri - 16 Ekim 2009



Muhterem Kayserili Kardeşlerim,

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Basınımızın Kıymetli Temsilcileri,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Anadolu'nun bu güzel kentinde ve muhterem insanları ile bulunmaktan
son derece bahtiyarım.

Sizlerle yeniden kucaklaşmamıza vesile olan Cenab-ı Alllah'a
şükrediyorum.

Çok önem verdiğimiz kritik bir sürecin arefesinde, ülkemizin yoğun ve
ağır gündemini değerlendireceğimiz toplantımıza hoş geldiniz.

Bildiğiniz gibi bu toplantıların ilkini 29 Ağustos 2009 tarihinde
"Çözülen Ülke Türkiye ve Ülkümüz" adını verdiğimiz konuşmayı Ankara'da
gerçekleştirmiştik.

İkincisini ise "Çözülen Ülke Türkiye ve Tavrımız" başlığı altında
Kayserili Dava Arkadaşlarımla paylaşmaktan son derece bahtiyarım.

Geçtiğimiz yılların ertelenmiş ve birikmiş sorunlarına ilave olarak
yaz boyunca yaşanan vahim gelişmeler Türkiye'mizi sıkıntılı günlerin
beklediğini ortaya koymaktadır.

Hükümet ve işbirlikçilerinin bütün imkân ve kadrolarını seferber
ederek kamuoyu oluşturmaya çalıştığı süreçteki gelişmeleri hepiniz
biliyorsunuz.

Bu itibarla bugün sizlerle yapacağımız bu toplantıda hükümetin açılım
adını verdiği konularla ilgili olarak gelişmeleri bütüncül bir bakışla
değerlendirmek düşüncesindeyim.

Özellikle meclisin tatil olduğu dönemde yaptığımız basın toplantıları
ve açıklamaları ile bu konulardaki kapsamlı düşünce ve görüşlerimizi
paylaşma imkânı bulmuştum.

Ancak bugün burada dile getireceğim görüşler bu açıklamaları
tamamlayacak, destekleyecek ve açacak ilave yorum ve düşünceleri
ihtiva edecektir.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Karşımızdaki sürecin nereye yöneldiğinin, nasıl sonuçlanacağının,
gelişmelerin istikametinin ne olacağının doğru yorumu şüphesiz ki çok
önem kazanmıştır.

Bu konuda yapacağımız yorumların isabeti,

* Türk milleti üzerindeki asırlık emellerin aldığı yeni boyutun
bilinmesinde,
* PKK terör örgütünün amaç mı, araç mı olduğuna dair vereceğimiz
cevaplarda,
* Açılım adı altındaki niyetlerin PKK talepleri ile ne oranda
örtüştüğünde,
* Milli dil ile milli kimlik arasındaki vazgeçilmez ilişkinin
doğru anlaşılmasında,
* Açılım ve çözüm adı altında ortaya konulanların her yönüyle
analizinde,
* Milliyetçi Hareketin milli kimlik için düşündüklerinin
bilinmesinde,
* Hükümetin yıkım projesine partimizi ısrarlı davetinin
arkasındaki niyetlerin çözümlenmesinde aranmalıdır.

Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanı Gül geçtiğimiz Mart ayında İran'a
giderken kendi tabiri ile "Kürt sorununda iyi şeyler olacak" müjdesini
vermiştir.

Ardından Mayıs ayında Çek Cumhuriyeti'nden dönüşte "İster terör,
ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin, bu Türkiye'nin birinci
sorunudur. Halledilmesi lazımdır" (09 Mayıs 2009 STAR) sözleri ülke
gündeminin önceliğini değiştirmiştir.

Bu açıklamaların ardından sözde fırsatlar için sarfettiği "asker,
sivil, istihbarat... aklınıza ne gelirse herkes uyum içindedir."(09
Mayıs 2009 STAR) açıklamaları kafaları iyice karıştırmıştır.

Bu sözler üzerine, kamuoyu haklı olarak fırsatların ne olduğunu,
kimlerle uyum içinde bulunduğunu sorgulamış ve cevaplarını aramıştır.

Cumhurbaşkanı tarafından başlatılan açılım süreciyle birlikte hükümet
etrafında derhal sözde yazar, sanatçı, aydınlardan oluşan lobiler
doğmuştur.

Zuhur eden bu koro toplumu yönlendirmek için hep bir ağızdan
"demokrasinin gelişmesi ile anayasa değişikliği" ihtiyacı konularında
yaygaraya başlamıştır.

Bu kapsamda ülkücülüğü kendinden menkul eski sıfatı ile şöhret olmuş
ve köşe tutmuş şahısların partimizi yönlendirme çabaları da hız
kazanmıştır.

Bunlar bir yandan Milliyetçi Hareketi, sonradan netleşecek olan
süreçteki direncini zayıflatmaya çabalamışlar, öte yandan bir türlü
terk edemedikleri eski kimlikleri ile Milliyetçi Hareketin de sürece
destek verdiğine dair kanaat uyandırmak istemişlerdir.

Hatırlanacağı gibi bütün bu sürecin baştan beri farkında olan partimiz
12 Mayıs 2009 tarihli Grup Toplantısında gerek Cumhurbaşkanı'nın bu
gelişmelerdeki rolünü ve fonksiyonunu ve gerekse üzerimizde oynanmak
istenen oyunu sorgulamıştı.

İç ve dış lobilerin yeni kampanya hedefi haline gelen Milliyetçi
Hareket Partisi'nden sözde "barış ve katkı" adına istenenlerin
aşağıdakilerden hangileri olduğunu öğrenmek istemiş ve şunları
sormuştuk:

* Koruculuğun kaldırılmasına çanak tutulması mı?
* Yapay azınlıkların yaratılmasına seyirci kalınması mı?
* Milli kimliğin tartışılmasının kabul edilmesi mi?
* Eğitim dilinin çeşitlendirilmesine sessiz durulması mı?
* İmralı canisine kadar uzanacak PKK affına göz yumulması mı?
* Barzani devletinin tanınması ve tek taraflı tavizlere kucak
açılması mı?
* Yeni anayasa maskesiyle üniter yapının ve milli kimliğin tahrip
edilmesi mi?
* Türkiye'nin bölünme senaryolarının demokratikleşme reçetesi
olarak pazarlanmasına rıza gösterilmesi mi?
* Federatif bir yapılanmanın sinsice yürürlüğe konulmasına alkış
tutulması mı?
* Adı telaffuz edilmeye başlanan bir siyasi sınırın çekilmesi için
taşeronluk yapılması mı?
* Yoksa, bin yıllık kardeşlik hukukunun çiğnenmesi ve sosyal
dokunun bozulmasına kayıtsız kalınması mı? şeklinde çok sayıda soru
yöneltmiştik.

Aradan geçen dört ay içinde öğrenmek istediğimiz sorularımız karşılık
bulmamış, fırsat ve çözüm adı altında teslimiyet dayatmak isteyen
muhataplarından bugüne kadar doğrudan açıklama gelmemiştir.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Kabul etmek lazımdır ki, ülkemizin zarar göreceğini düşündüğümüz her
milli meselede son sözü söyleyecek olan millet ve onun değerlerini
temsil eden partiler, fikirler ve kamuoyudur.

Milliyetçi Hareket Partisi yeni bir siyasi hareket değildir. Kırk
yıldır çok çetin kulvarlarda mücadelesini sürdüren siyaset
temsilcisidir.

Türkiye için düşündükleri bellidir ve asla kırılma yaşanmamıştır. Kırk
yıllık süre partimizin siyaset tecrübesini artırmıştır.

Türkiye üzerindeki stratejik oyunların farkındadır, gelişmeleri
geçmiş, bugün ve gelecek boyutuyla kavrayıp tahlil yapacak vizyonu ve
kadroları vardır.

Milliyetçi Hareket Partisi, kurulduğundan beri verdiği mücadele ile
özellikle milli kimlik ve milli beka ile ilgili konularda Türk
siyasetinde yer edinmiştir.

Bu konulardaki duruş, görüş ve icraatları ile millet varlığının en
önemli güvencesi, milli meselelerin en hassas takipçisi olmuştur.

Bizim geçmişte dile getirdiğimiz "önce ülkem ve milletim, sonra partim
ve sonra ben" ilkesi" aslında bu hassasiyetin bir ifadesidir.

Bugüne kadar her milli meselede, arkasındaki seçmen desteğinin
büyüklüğü ne olursa olsun kamuoyu partimizin ne dediğine ve
kadrolarımızın ne yaptığına ve ne yapacağına dikkat kesilmiştir.

Ve bu yönüyle Milliyetçi Hareket temel meselelerde söz sahibi haline
gelmiştir.

Partimiz, hükümetin yıkım projesine yönelik adımları atmaya başladığı
ilk günden bugüne kadar da aynı duyarlılığı göstermiş, kendisinden
beklenen duruşu ve tepkiyi derhal sergilemiştir.

Yedi yıldır yönetimde bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin hükümet
olma ile devlet olma arasındaki farkı ayırt edemeyen özürlü demokrasi
anlayışının geçmişte gerginlik ve kutuplaşmalara neden olduğunu
hepimiz biliyoruz.

Geride kalan yıllar, demokratik imkânların kendisine sunduğu sandalye
sayısını başına buyruk yönetim fırsatı zanneden despot zihniyetin,
ülkemizin temel meselelerinde muhalefeti umursamayan küçümseyen ve
hatta aşağılayan tavrının örnekleri ile doludur.

Bugüne kadar Kıbrıs, Ermeni Meselesi, Terörle Mücadele, Irak'ın Kuzeyi
ile ilişkiler gibi konularda görüşümüze başvurmamış, uyarı ve
öngörülerimizi dikkate almamış olan AKP, aynı tutumunu "sözde Kürt
açılımı" adını verdiği bu yeni süreçte de devam ettirmiştir.

Partimizi ve bize güvenen milyonlarca vatandaşımızın hassasiyetini
umursamadan yıkıma koyulan AKP, önce aydınlığı kendinden menkul
çevreleri bir araya getirerek olaya bilimsellik katmak istemiştir.

Ancak bizim, katılımcılara "12 kötü adam" yaftasını yapıştırmamız
oynanan oyunu gün ışığına çıkarmıştır.

Bu kapsamda, partimiz kamuoyunu ve aziz milletimizi uyarmak ve
uyandırmak için süreci yakından takip ederek ön almak ve gidilen
istikametin vehametini göstermek amacıyla yoğun aydınlatma
faaliyetlerinin içine girmiştir.

* 30 Temmuz 2009 tarihinde yaptığımız basın açıklamamızla, gidilen
yolun Türkiye Cumhuriyeti'nin milli devlet niteliğini ve üniter siyasi
yapısını tasfiye süreci başlatacağını, bölünerek demokratikleşen bir
devletin olamayacağını,
* 11 Ağustos 2009 tarihinde yaptığımız basın toplantısı ile
hükümetin izlediği yol ve yöntemi bildiğimizi, PKK ile müzakerelerin
başlatıldığını, ABD kaynaklı bu sürecin karşısında olacağımızı,
milletimizin sahipsiz olmadığını, açılımın anayasal suç teşkil
edeceğini;
* 20 Ağustos 2009 tarihindeki basın açıklamasında, yaratılmak
istenen kavram kargaşalarına dikkat çekerek, tuzağa asla
düşmeyeceğimizi ve yıkımın ortağı olmayacağımızı,
* 21 Ağustos 2009 tarihli basın açıklamamızda, hükümetin siyasi
kararlarına destek verdiği yönünde işaretler aldığımız Milli Güvenlik
Kurulunun açıklamalarını eleştirerek, devlet politikalarına riayet ve
dikkat edilmesinin gerekliliğini,
* 22 Ağustos 2009 tarihli açıklama ile ise Başbakanın, Milliyetçi
Hareket Partisine yönelik yalan ve iftiralarına karşı duruşumuzu devam
ettireceğimizi kamuoyu ile bütün yönleriyle paylaştık.
* Yine bu kapsamda terör ve bölücülüğün bugünlere kadar nasıl
geldiğini, hükümetin elinde nasıl büyüdüğünü ayrıntılı tahlillerle
ortaya koyan 25 Ağustos 2009 tarihli değerlendirmemizde milli bekaya
yönelik tehditleri tek tek vurgulayıp, bundan sonra karşımıza çıkacak
bütün stratejik ihtimalleri sıraladık.
* 8 Eylül 2009 tarihinde, yazılı basın açıklaması yaparak yıkım
projesine iftar sofralarının bile alet edilmek istendiğinin, hükümetin
PKK taleplerinin önünü açmaya çalıştığının uyarısını yaptık ve 14
Eylül'de kapalı oturumu kabul etmeyeceğimizi açıkladık.
* 29 Eylül 2009 tarihli basın toplantımızda ise AKP'nin demokrasi
maskesinin arkasındaki yıkım sürecini gizleyemeyeceğini, girilen
angajmanların ve pazarlıkların ortaya çıkacağını, hükümetin
açıklamaktan kaçındığı yol haritasının netleştiğini kamuoyu ile
paylaştık ve uyardık.

Bugün bu ayrıntılı ve son derece önemli gördüğümüz
değerlendirmelerimizin bir bölümünü kitapçıklar halinde milletimize
fikir ve hissiyatımızı anlatmanız maksadıyla sizlerle paylaştık.

Gerek yedi yıldır yaptığımız bütün uyarılar, gerekse yaz boyu
hükümetin sözde açılımına verdiğimiz tepkilerin özü ve özetinin ana
başlıkları olarak şunları söylemek mümkündür:

1. Hükümetin tetiklediği süreç, küresel güç tarafından bölgemizin
yeniden tanzimine yönelik küresel projedir.

Başbakanın eşbaşkanlığını yaptığı ve özellikle İslam dünyasının yıkımı
ile sonuçlanacak olan Büyük Ortadoğu Projesi'nin bir ayağıdır.

2. Önemsizmiş gibi gösterilerek atılmak istenen adımlar hızla çok
büyük siyasal, sosyal sorunlar doğuracaktır ve Türk milletinin bekası
tehlikededir.

3. Önüne gelenin yaptığı "ülkesiyle ve milletiyle bölünmez"
vurgularına ve hatta sözde taahhütlerine rağmen süreç Türk milletini
bölünmeye sürükleyecektir.

4. Etnik ve kültürel farklılıkların anayasal zemin bulması halinde iki
milletli, iki devletli bir yeni yapı mukadder hale gelecektir.

5. Böylesi bir ayrışma ikiye bölünme ile bile sınırlı kalamayacak,
Türklük kendi vatanında etnik unsur seviyesine indirgenecektir.

6. Türkçe dışındaki dilleri kamusal alana taşıyacak gelişmeler hem
devlet yapısını, hem millet bütünlüğünü ortadan kaldıracaktır.

7. Süreç, İmralı Canisi'ni yeniden terörist başı haline getirerek
diriltmiş, hükümetle muhatap hale getirmiştir. Sözde açılımın
toplumsal boyutu PKK'nın bile yapamadığı ayrışmaya neden olacaktır.

8. Bin yılda yoğrulmuş milli kimlik geri dönüş gösterecek, yaşanacak
sosyolojik kırılmanın telafisi asla mümkün olamayacaktır.

9. Devlet, millet ve vatan için bu derece önemli olduğuna inandığımız
bu sürecin devamı milli devlet ve üniter yapı için tam bir yıkımla
sonuçlanacaktır.

10. Atılması düşünülen yıkıcı adımlar Anayasal suç niteliği
taşımaktadır. Hangi devlet kurum ve kurullarının arkasına saklanılırsa
saklanılsın hükümet iradesinin devleti dönüştürme ve değiştirmeye
yetkisi bulunmamaktadır.

11. Ve bu gelişmelerin hiçbir noktasında Milliyetçi Hareket yer
almayacak, destek olmayacak ve hepsinden önemlisi asla sessiz
kalmayacaktır.

Yüksek sesle ve tam bir zamanlama ile yaptığımız bu uyarılar ne mutlu
ki kamuoyunda olumlu yankılar bulmuştur.

Gelişmeleri sessizce izleyen ve adeta kaderine razı olan aziz
milletimiz yalnız ve sahipsiz olmadığını anlamıştır.

Nitekim, yaklaşık üç aylık yoğun çabalarımız karşılığını görmüş, oyunu
bozulan hükümet ve işbirlikçilerinin ellerindeki bütün imkan ve
kanalları kullanarak yapmaya çalıştıkları yıkıcı propaganda ve
suskunluk kırılmıştır.

Başta etrafına topladığı menfaat gruplarının alkışlarıyla yol
alacağını zanneden Başbakan Erdoğan ve yıkım ekipleri tam bir bozgun
hali yaşamışlar ve yeniden sütre gerisine çekilmek durumunda
kalmışlardır.

Türkiye bir kez daha şahit olmuştur ki, Milliyetçi Hareket Partisi'nin
izin ve onay vermeyeceği hiçbir milli konu yıkım müteahhitlerinin
istediği gibi sonuçlanamaz, sonuçlanamayacaktır.

Yerinde, ciddi ve doğru adımları atar ve bunu da milletimize
anlatabilirse Milliyetçi Hareketin Türkiye sevdalılarını dikkate
almayan hiçbir niyet karşılık bulamaz, bulamayacaktır.

Değerli Arkadaşlarım,

Hükümetin sözde "Kürt açılımı" adını verdiği süreçte ve nihayetinde ne
olacağını bilmek elbette çok önemli ve hayatidir.

Ancak bu sürece gidebilecek bir yolculuğun nasıl yapılacağının da
bilinmesi oynanacak oyunların daha baştan bozulması için çok önemli ve
gereklidir.

Az önce dile getirdiğim açıklamalarımızın tamamında ve bundan sonra
yapacağımız açıklamalarımızda da yıkım sürecinin nereye varacağının
yorumlarını yaptık ve yapmaya devam edeceğiz.

Ne var ki önlenememesi halinde yıkımla sonuçlanması kaçınılmaz
olduğunu düşündüğümüz gelişmelerdeki yöntemlerin de doğru okunması ve
zamanında müdahalesi en az ne olacağı kadar hayati konulardır.

Bu itibarla, hükümetin yıkım projesinde atmayı planladığı adımları,
Başbakanın "hazmettirme" adını verdiği ama başaramadığı psikolojik
harekatı toplumu duyarsızlaştırma, travmaya hazırlama, tepkileri
söndürme ve teslim alma olarak aşamalar halinde gerçekleştirmeyi
düşündüğünü ortaya koymaktadır.

Birinci aşama, yıkım paketi açılmadan önce toplumun ikna edilmesi ve
işbirlikçi cephe oluşturulması için tepkilerin tartılmasına yönelik
hazırlık dönemidir.

Meydanı boş zannedip milleti çaresiz görerek partimizi dikkate almadan
başlattıkları teslimiyete razı etme çalışmalarının yaşandığı bu dönem
içinde kamuoyu hissiyatı köreltilmek istenmiştir.

"Anaların ağlamaması, silahların susması, barışın gelmesi" gibi
aldatıcı söylemler eşliğinde sürdürülen ve içeriğini bilenin
bulunmadığı bu kampanyada bütün işbirlikçiler seferber olmuş ve
milletimizin gözü boyanmaya çalışılmıştır.

Bu süreci gerçek bir fırsata dönüştüren ise İmralı Canisi ve Kandil
kadroları olmuş ve sözde açılım paketinin içini doldurma görevini
üstlenerek, hükümetin doğrudan muhatabı haline gelmişlerdir.

İkinci aşama, lobiler vasıtasıyla bölücü taleplere toplumsallık,
bilimsellik ve kamusal destek kazandırılması ile toplumun boyun
eğeceği olgunlaşma dönemidir.

Bu dönem Milliyetçi Hareketin yaz boyunca gelişmelere aktif olarak
müdahil hale geldiği ve kamuoyunu yaklaşan tehlikeler karşısında
uyandırmaya başladığı süreci içine almaktadır.

Bu dönemde, proje sahipleri geri adım atmaya başlamışlar, psikolojik
taarruzdan, savunma aşamasına çekilmişlerdir.

Oynanmak istenen oyun netleşmeye başlamış, oyuncular öfkelenmiş,
İmralı Canisi, AKP, Peşmerge, Kandil kadroları ve ABD'den oluşan
aktörler sislerin ardından belirgin hale gelmişlerdir.

Yıkımın aktörleri bocalama geçirmişler, süreci anlatmakta zorluklar
yaşamaya başlamışlardır.

Bu itibarla, milleti iknada vicdan istismarına sığınmak ve
tırmandırmak zorunda kalmışlardır.

Kamuoyunu ikna için memur edilen İçişleri Bakanı marifetiyle
toplantılar başlatılmış ve bu konuda Cumhurbaşkanı'nın tam bir uyum
olduğuna dönük iddiasına mesnet teşkil etmesi için devletin polis
yetiştiren eğitim kurumu bile siyasi zemin olarak kullanılmıştır.

Bu aşamada açılması planlanan yıkım paketinin kapalı kalmaya devam
etmesi, hazırlıkların sekteye uğradığının, işlerin planlandığı gibi
gitmediğinin de işareti olmuştur.

Bu süreçte direnenler ve direnme ihtimali olanlar hakkında ön almak
için ağır suçlamalarda bulunulmuş, partimizin ve partililerimizin
"kanla beslendiği", "terörden nemalandığı", "şehit istismarı yaptığı"
gibi alçakça ithamlar başlatılmıştır.

Yine bu kapsamda, şehit ailelerinin tepkilerini en aza indirecek, aziz
evlatlarının acıları üzerinden terörü aklayacak görüşmeler
yapılmıştır.

Yemekler yenilmiş, devlet ciddiyeti bile ayaklar altına alınarak, Özel
Harekât Mensuplarına iftar yemeği bahane edilerek resmi ortamda
muhalefeti kötüleyen siyasi konuşmalar edepsizce yapılmıştır.

Bizzat Başbakan tarafından partisinin il ve ilçe kongrelerinde
Türkiye'nin nasıl bir mozaik olduğu farklı kültürlerden şiirler
okunarak izaha çalışılmıştır.

Ne var ki, geçmişte şehide kelle diyerek hakaret edenler, duygusal
metinler üzerinden teröristlerin arkasından gözyaşı dökenler, bir
hafta sonra polislerin huzurunda "şehidimin bir damla kanını 550
milletvekilliğine değişmem" diyerek tam bir şehadet istismarı
sergilemekten utanmamışlardır.

Kürt açılımının eşbaşkanlığını Başbakanla paylaşan Cumhurbaşkanı
tarafından yurdumuzun bir yöresinin eski adı telaffuz edilmiş,
Başbakan yardımcısı tarafından istismar inanç alanına da kaymış,
İslami selamlaşma ve şükretmenin yöre diliyle söylemenin erdeminden
iftiharla bahsedilmiştir.

Hükümet ve işbirlikçileri cephesinde bunlar olurken, etkisiz ve
çaresiz kalan adli kurumların gözü önünde azan bölücülük meydanlarda
toplanmaya başlamıştır.

Ayrılma tehditlerinin yapıldığı, kanlı örgüt temsilcilerinin resmi
geçit yaptığı bölücülüğün "serhıldan" dediği kalkışma provaları
kamuoyunun gözü önünde cereyan etmiştir.

Partimizin çıkışları netleşince, başta her dilediklerini kolaylıkla
yapabileceklerini vehmedenler gelişmeler terse dönünce kendilerini
anlatmaktan vazgeçerek;

* Öfke ve panik hali ile bizleri suçlama yarışına girmişler,
* Koalisyon hükümeti dönemimizi çarpıtarak kamuoyunu aldatmaya
çalışmışlar,
* Ardından yıkım projesinin adını değiştirmişler,
* Bedel ödemekten söz etmeye başlamışlar,
* Acıların bitmesinde ne kötülük var denilerek savunmaya
geçmişler,
* Projenin, sevgi ve kardeşlik açılımı olduğunun ısrarlarını
artırmışlar,
* Sonuna kadar gideceklerini inandırma arayışına girmişler,
* Sözde sanatçı denilenlerin desteğine muhtaç hale gelmişlerdir.

Hükümet bir yandan bu söylemleri ile işbirlikçi cepheyi dağılmaktan
kurtarmak için bunları yaparken diğer taraftan da kendisi vatandaşa
anlatamamanın sıkıntılarını da yaşamaya başlamıştır.

Bu süreci de yıkım açısından en iyi değerlendiren yine siyasal
bölücüler ve İmralı Canisi olmuş, hükümetin açılımı PKK ile AKP
arasında kıyasıya rekabetin doğmasına yol açmıştır.

Yıkım sürecinde bir üst aşamaya geçemeyeceğini fark eden hükümet bu
dönemde geri adımlar atmaya başlamış ve yeni bir psikolojik yol
haritası için hazırlıklar başlatmıştır.

Bu noktada, kendi değerlerini ve varlığını savunacak yüksek bir ses
arayan milletimiz Milliyetçi Hareketin duruşu ile özgüven kazanmaya
başlamıştır.

Bu doğruluş, yıkım projesinde rol aldığından kuşku duyduğu temel
kurumların süreçteki yerini sorgulamasını da sağlamış, hükümet ve
işbirlikçileri yıkım heyecanlarını ve dayanışmalarını şimdilik
kaybetmişlerdir.

Bu ikinci aşamada, hükümet bilindik oynak tavrını burada da
göstererek; geri adım atmış, girişimler de tutmayıp, millet tuzağa
düşmeyince;

* Yeniden tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet
kavramlarına sığınmış,
* Üniter devleti savunmaya geçmiş,
* Akıllarına aniden "Türkiye'nin tamamı olmadıkları" gelmiş ve
* Herkesi sözde çözümün parçası olmaya çağırmışlardır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Bizim için hükümetin yıkım projesinde sürdürdüğü psikolojik adımları
ikinci aşamada durdurmak ve geri adıma zorlamak çok önemliydi.

Bunu şimdilik başarmak başta siz değerli arkadaşlarım olmak üzere
bütün parti mensuplarımızın elbirliği ve katkısı ile mümkün olmuştur.
Hepinize teşekkür ediyorum.

Ancak biliniz ki, ülkemizi yıkımı götürmek isteyenler asla boş
durmayacak, yeni yol ve yöntemler arayarak fırsatları ve boşlukları
değerlendirmek isteyeceklerdir.

Gevşemeye ve zaaf göstermeye asla yer yoktur.

Zira ikinci aşamasında durdurduğumuz sürecin gerçeklemeyen üçüncü
aşaması, yoğun bir propaganda kampanyası ile sürece direnecek bütün
milli unsurların baskı altına alınacağı ve toplumsal bölünme
kaygılarının fütursuzlaşacağı çözülme dönemidir.

Dördüncü aşama ise bütün bölücü taleplerin hiçbir direnç göstermeden
önünü açmaya yönelik olarak anayasal kılıf ve güvence altına alınacağı
yıkımla sonuçlanacak vahim neticeyi işaret etmektedir.

Bizim özellikle son aylarda etkin ve yüksek sesle yaptığımız
çıkışların ve gösterdiğimiz tepkilerin nedeni de bu dört aşamalı
kampanyanın ilk aşamalarında durdurulmasına yönelik hassasiyetimizde
aranmalıdır.

Partimizin zamanında müdahalesi ile hükümetin yıkım projesinin
psikolojik ayağı başlamak üzereyken durdurulmuş, muhataplarında öfke,
kaygı ve gevşemeye neden olmuştur.

Oyunun bozulmuş olmasının muhataplarını yeni arayışlara ve yöntemlere
iteceği anlaşılmaktadır.

Başbakan Erdoğan'ın ABD'de yaptığı konuşmada yıkım projesinin
"hazmettire hazmettire" ilerleyeceğini söylemesi bu arayışların
özetidir.

Bu sıkıntılı tavırlar, toplumu yıkıma hazırlamaya yönelik yol
haritasında az önce özetini sunduğum duruşumuzun, tepkilerimizin,
görüşlerimizin derhal sonuç verdiğinin işaretidir.

Nitekim çıkışlarımızın ardından yüksek ve cesur bir ses arayan
kamuoyunun tavrı değişmiş ve yıkım sürecini savunanların sıkıntıları
artmıştır.

Bu itibarla, hükümetin yıkım sürecinde özellikle partimize yönelik
işbirliği, çağrı, ilişki, görüşme, bilgilendirme, buluşma, maskesi
altında kurulmak istenen temasların maksadını bu gelişmelerin ve
hazırlıkların seyrinde aramak gerekmektedir.

Stratejik niyetlerinin değiştiğine dair hiçbir emare bulunmayan
hükümetin sözde açılımının maruz kaldığı taktik dalgalanmayı aşmak
için tek başına direnen Milliyetçi Hareket Partisi'ni sürece dahil
etme kurnazlığı bütün berraklığı ile ortaya çıkmıştır.

Bizim sürecin başından beri yıkım projesinin sahipleri ile ilişki
kurmaktan, bir arada görünmekten, birlikte hareket ediyormuş gibi
izlenim vermekten, sanki mutabıkmışız veya göz yumuyormuşuz gibi
kanaat uyandırmaktan ısrarlı kaçışımızın nedeni de burada aranmalıdır.

Cumhurbaşkanı'nın görülmemiş uyum var diyerek toptancı bir anlayışla
devlet kurumlarının yıkıma onay verdiklerini açıklaması gibi, hükümet
de yine aynı yöntemi kullanarak partimizi de lobi çalışmalarının
toptancı unsuru haline getirmesi bu yolla önlemiştir.

Çözüm ortağı olmamız yönünde kurduğu tuzakları bozan çıkışlarımızla
kapattığımız bütün görüşme ve temas noktalarını aşmak için AKP'nin
Meclis zemininde kapalı bir oturum yapmaktan başka bir çaresinin
kalmadığı anlaşılmaktadır.

Biz bu konuda da hamlemizi yapmış ve milletimizden saklayacak bir
şeyimizin olmadığını, herkesin ne söyleyeceği varsa açıkça söylemesi
gerektiğini belirterek, şayet kapalı oturumda ısrar edilecekse
yapılacak görüşmeleri kamuoyu ile paylaşacağımızı ilan ettik.

Bugüne kadar yaşanan gelişmeler, siyasi hareketimizi tabela partisi
olmakla küçümseyen, yavru muhalefet diyerek tahkire yeltenenlerin
hizaya geldikleri, Milliyetçi Hareketin yerini ve gücünü gördükleri
gerçek bir siyasi ders anlamı taşımıştır.

Bizimle yıkım projesini görüşmek konusunda ısrarcı olanlara, dün ne
düşünüyor ve nasıl yaklaşıyorsak, bugün de aynı duruşumuzu ve ilkemizi
sürdürüyor ve bunun sonuna kadar devam ettireceğimizi buradan
açıklıyorum.

Hiçbir anlayış, gelişme veya beyhude davet çağrıları bu duruşumuzu
bozmaya yetmeyecek ve partimizi çözüm adı altında Türkiye'nin önüne
konulan dayatmalara rıza göstermemizi sağlamayacaktır.

Çünkü biz biliyoruz ki, Milliyetçi Hareket Partisi, kafaların ve
gönüllerin karıştırılmak istendiği puslu ortamda milletin yegâne
dayanağı ve güvencesi, ayakta duran moral değerlerin ve inancın son
kalesidir.

Üzerimizde oynanmak istenen oyunun da nedeni budur.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

AKP zihniyetinin değerlerin istismarı, vicdanların sömürüsü üzerine
yaptığı siyaset anlayışı hepinizin malumudur.

Özellikle son zamanlarda bunlara, kavramların çarpıtılması ile
oluşturulan bulanık ortamda yaşatılmak istenen kafa karışıklığı da
eklenmiştir.

Fırsat, çözüm, çare, demokratik hak, milli birlik, milliyetçilik,
millet, Osmanlı barışı gibi kavramlar AKP ağzında dumura uğratılmış,
tamamen zıt manaları çağrıştıran içi boşaltılmış kavramlar haline
getirilmiştir.

Fırsat, adı üstünde, gündelik hayatta kullandığımız anlamıyla
zamanında istifade edemememiz halinde maddi ve manevi yararından
mahrum kalacağımız imkân ve ortamlara verdiğimiz tanımdır.

Ve üstelik fırsat hiçbir zaman yavaş gelmez ve ağır aksak geçmez.
Bilindiği gibi fırsat ile kaçmak arasında doğrudan ilişki vardır. Yani
fırsat yakalanamaz ise mutlaka kaçar.

Bu yaklaşımın ışığında hükümetin fırsat adını verdiği kendi tanımıyla
sözde "Kürt açılımı" için yakalaşan fırsat nedir, yakalanamaması
halinde kaçacak olan fırsat hangisidir?

Eğer fırsat gerçekten anaların ağlamaması ve terörün son bulması ise
hükümet bu tarihi fırsatı 2002 yılında elinde bulmuş ancak yaptığı
yanlışlar ve girdiği küresel angajmanlarla o devirde kaçırmıştır.

Ancak Başbakanın son açıklamaları bu fırsatın bilerek ve istenerek
reddedildiğini ortaya koyması açısından son derece vahim ve mutlaka
hesabının sorulması gereken ihmal ve kasıtları taşıdığını ortaya
koymuştur.

Başbakan'ın geçen ayki ulusa sesleniş konuşmasında "yedi yıldır sözde
Kürt açılımı için hazırlandıklarını" söylemiş olması bunun ipuçlarını
vermiş, aslında ülkemizi nereye götürmek istediklerini bildiklerinin,
nasıl yapmak istediklerine karar veremediklerinin kendi ağzıyla
itirafı olmuştur.

Bugün analar ağlamasın diyerek vicdan sömürüsü ve istismarını
yapanlara bundan yedi yıl önce iktidar oldukları 2002 senesinde terör
örgütü küçülerek Irak'a sığındığında ve analar ağlamadığında niçin
tedbir almadıklarını, neden terör örgütünü yok etmediklerini sormak ve
sorgulamak lazımdır.

Değerli Arkadaşlarım,

Az önce izaha çalıştığım stratejik aşamalar gereği Başbakan Erdoğan'ın
kafasında veya kasasında bulunan ve kendi tabirleriyle sözde "Kürt
açılımı" denilen çözüm veya açılım paketi henüz açıklanmamıştır.

Elbette ki bu çekingenliğin arkasında, kamuoyunun hazırlanmasındaki
yetersizlik, partimizin tepkisi, milletin uyanışı, siyasi gelecek
kaygıları, cephenin oluşturulamaması, yığınağın tamamlanamaması gibi
etkenler vardır.

Bu açıdan paketin içeriğinin tamamını bilmemiz ve bu paket üzerinden
yorum yapmamız şimdilik mümkün değildir.

Buna karşılık, yaptığımız açıklamalarımızda işaret ettiğimiz derin
kaygılar bir vehmin ve varsayımın sonucu da değildir.

Zira Adalet ve Kalkınma Partisi ve onun kökenlerinin dayandığı
zihniyetin terör, bölücülük, millet mefhumu, milliyetçilik, devlet
kavramı, kurucu değerler gibi konulardaki temel görüşleri zaten
bilinmektedir.

Bu açıdan bildiklerimizden ve yaşadıklarımızdan yola çıkarak Adalet ve
Kalkınma Partisi'nin ülkemizin geleceği ve milli meselelerimiz
karşısında neler yapmayı düşündüğünü söylemek mümkün olacaktır.

Başbakan Erdoğan'ın terör ve bölücülük konularında hangi hissiyata
sahip olduğunu, meseleye hangi zaviyeden baktığını gösteren en önemli
belge o dönemde İstanbul İl başkanlığını yaptığı parti için
hazırlattığı ve imzasını koyduğu 1991 yılı raporudur.

Bugün yapılanların alt yapısının o günlerden atıldığı ve hala
sahiplenildiği ortadadır.

Bu raporda yer alan sonuç ve talepler, metinde tanımlandığı şekliyle
özet olarak tekrarlanırsa;

* Kürt kimliğinin kabul edilmesi,
* Kültürel hakların tanınması,
* Resmi denilen ideolojinin sorgulanması,
* Kürt kültürünün geliştirilmesi için engelleyici tüm yasaların
kaldırılması,
* Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtçe'nin öğrenilmesi ve
öğretilmesi için yasal imkânların hazırlanması,
* Ana dilde eğitim hakkının verilmesi,
* Bu hakların Türkiye'de yaşayan diğer halklara da tanınması,
* Irkçı, asimilasyoncu ve baskıcı olmayan yeni bir hukuk devleti
anlayışının ön plana çıkartılması, konuları dikkat çekicidir.

Bu konuların zamanında öylesine hazırlanmış ve söylenmiş arızi
tespitler olmadığı, bugün AKP siyaseti halinde gelmiş olduğu ve
Başbakan tarafından savunulmaya devam edildiği görülmektedir.

Anlaşılan odur ki, Başbakan Erdoğan 1991 yılında terörü yok sayan ve
kanlı eylemleri bir kimlik ve kültür talebi gibi algılayan zihniyetini
18 yıl muhafaza etmiş ve yönetime geldiğinde gerçekleştirmek için
fırsat kollamıştır.

Nitekim bugün benzer talepler olarak resmi ve gayri resmi ağızlardan
fısıldanan ve konuşulan yukarıdaki taleplerin bir kısmı 2005 yılında
Başbakan'ın Diyarbakır konuşmasında da yer almıştır.

Yine aynı şekilde, dar bir kavim körlüğü ile baktığı millet kavramına
karşı ülkemizde 36 olduğunu iddia ettiği kimlikleri her konuşmada
teker teker saydığı da bilinmektedir.

Geçtiğimiz baharda sarfettiği "farklı etnik kimlikte olanlar
ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi"
şeklindeki görüşleri ile "ne mutlu Türküm diyene" ifadelerinin silinme
çabalarını da yine 1991'de ırkçı ve asimilasyoncu olduğunu iddia
ettiği devlet yapımızın eleştirisinin devamı olduğu anlaşılmaktadır.

Cumhurbaşkanı'nın yerel yerleşimlerin eski adlarını diriltmesinin,
başka dillerle vatandaşın selamlanmasının, Türkçe dışındaki dillerle
yayın için devlet yayın kuruluşunun kullanılmasının da bu raporda yer
alan sözde kültürel hakların tanınması talepleri ile örtüştüğü
aşikârdır.

Artık hükümetin emir kulu haline gelmiş bulunan ve tamamen
siyasallaşan YÖK'ün şimdilik daha fazlasına cesaret edemeyip "Yaşayan
Diller Enstitüsü" adıyla açmaya çalıştığı sözde bilimsel kurumun ise
1991 raporunda yer alan "Kürt kültürünün geliştirilmesi için
engelleyici tüm yasaların kaldırılması" kapsamında değerlendirilmesi
yerinde olacaktır.

Ve dikkat edilirse bu rapordaki bütün emellerin örtülebileceği "analar
ağlamasın, gözyaşları akmasın ve şehitler son bulsun" gibi kılıflar
henüz o dönemde icat edilmemiştir.

Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, partilileri, danışmanları, yandaş
yazar ve çevreleri, fikir adamları genel olarak değerlendirildiğinde
gerek geçmiş yıllarda söylenenler ve yapılmak istenenler ile gerek
bugün fısıldananlar ve yapılması düşünülenlerin aynı kapıya çıktığı
ortadadır.

Ve bütün bu tedbir, teklif, çözüm adı altındaki yaklaşımların, PKK'nın
silahlı mücadelesi hariç tutulursa önemli bir bölümünün PKK'nın siyasi
projeleri ile örtüştüğü, PKK taleplerine benzeştiği görülecektir.

Nitekim, AKP önerileri ile PKK programları arasındaki yakınlık son
dönemde iyice belirgin hale gelmiştir.

Bebek katili'nin sürece doğrudan girerek paravanların inmeye başladığı
yeni dönem içinde de görülen odur ki, Başbakan Erdoğan ile İmralı
Canisi yine ortak noktalarda buluşmuşlar ve örtüşen taleplerin peşinde
koşmaya başlamışlardır.

Hala ikna olamamışlar var ise yalnızca vereceğimiz şu örnekler PKK-AKP
arasındaki benzerliğe dikkatinizi çekmeye yetecektir.

1978 yılında PKK'nın hazırladığı "Kürdistan Devriminin yolu-Manifesto"
denilen temel broşürde ve 1995 yılındaki PKK parti programında sözde
"Türk sömürgeciliğinin hakimiyetine son vermek" iddiası yer almıştır.

1991 Erdoğan Raporunda ise "Türkiye`de 75 yıldan beridir resmi
ideolojinin Kürt meselesinde inkârcı, asimilasyoncu, baskıcı
davranışının sorgulanması" istenmektedir. PKK ve Erdoğan Raporu
arasındaki şaşırtıcı benzeşme ortadadır.

Yine PKK parti programı denen dökümanda yer alan "sömürgeci eğitim ve
kültür kurumları yerine ulusal eğitim ve kültür kurumları
oluşturulacaktır." "Kürtçe lehçelerden birinin, ulusal dil haline
gelmesi teşvik edilecektir.""Kürt kimliğinin kabul edilmesi ve
Kültürel hakların tanınması" teklifi aynı sonucun başka bir
ifadesidir. şeklindeki ihanet fikirleri ile 1991 raporundaki

Ve 1990 tarihinde Lübnan'da gerçekleştirilen PKK II. Konferansında yer
alan "Kültürel faaliyetler ve Kürtçe'nin geliştirilmesi konusunda
çalışmalar başlatılması" yönünde Bölücübaşı şehirdeki uzantılarına
direktif vermiştir.

Aynı doğrultuda terörle sonuç alamayacağını anlayarak siyasallaşmaya
yönelen PKK'nın 15 Kasım 2001"de "ulusal" diyerek yaptığı 6.
Konferans'taki "sivil itaatsizlik" adı verilen isyan aşamalarından
birinin de "ana dilde eğitim"e yönelik kampanya olduğu bilinmektedir.

Ne tesadüftür ki, Başbakan'ın 1991 raporundaki "ana dilde eğitim"
isteği ve "Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtçe'nin öğrenilmesi ve
öğretilmesi için yasal imkânların hazırlanması" önerisi PKK
kararlarının benzeridir.

Yine bu kapsamda, 2000 yılının Şubat ayında sözde 7. Kongresini yapan
PKK'nın, İmralı'da davası devam eden Bebek katili'nin yeni dönem için
önerdiği "Demokratik Cumhuriyet ve Barış projesi" ile hükümetin sözde
"Kürt açılımı" adını verip sonradan "demokratik açılım" daha sonra
"milli birlik projesi" dedikleri" "yıkım" kavramının uyuşması dikkat
çekicidir.

Nitekim bu kongrede yer alan PKK'nın "Kürtçenin üniversitelerde
seçmeli dersler arasına girmesi" isteği ile hükümet destekli YÖK'ün
üniversitelerde etnik dillere yer verme çabaları, aralarındaki fikri
işbirliğini ele vermektedir.

Özellikle İmralı Canisi'nin yakalanışından itibaren terörü siyasal
emellerinin yedeğine alan ve ihtiyatta bekleten PKK'nın yeni hedefinin
hükümetin zaaflarından istifade ile toplumsallaşma olduğu
bilinmektedir.

Bu istikamette olmak üzere, 2001 yılının Ocak ayında Paris'te yapılan
PKK'nın siyasal yöneliş toplantısında Türkiye'yi de aşan cüretle sözde
"Kürdistan halkının yaşadığı tüm ülkelerdeki siyasal ve toplumsal
yaşama kendi kimliği ile yasal olarak katılması için mücadele
edileceği" kararlaştırılmış ve en önemlisi olarak "yasallaşmanın"
sağlanması hedeflenmiştir.

1991 Erdoğan Raporunda "Kürt kültürünün geliştirilmesi için
engelleyici tüm yasaların kaldırılması" olarak gördüğümüz PKK ile
örtüşen talep şimdilerde Başbakan'ın ve hükümetinin Anayasa
değişikliği arayışları ve uygun zamanı kollama gayretleri ile PKK
istekleri arasındaki irtibatın eskilere kadar dayandığını da
göstermektedir.

Bilineceği gibi terör örgütü cinayetlerini maskeleyip kendisini
aklayabilmek için 2002 Nisanında yaptığı sözde 8. Kongre ile KADEK adı
almıştır. Bu ihanet toplantısında da öncekiler gibi yıkım ve
ayaklanma, kan ve gözyaşı getirecek tartışmalar yapılmıştır.

Ancak en önemlisi Türkiye Cumhuriyeti'nin sözde "imha ve inkâr
politikalarından vaz geçirilmesi" "Kürt kimliğinin anayasal güvenceye
kavuşturulması" yönündeki karar ve taleplerdir.

Bugün PKK taleplerinin tamamını toplumun tepkilerine göre aşamalar
halinde kabule yanaşan AKP zihniyetinin aradan geçen yedi uzun yılda
bölücülüğe nasıl kucak açtığı ve Anayasada nasıl değişikliler aradığı
gün gibi ortadadır.

Ve daha da önemlisi bu birbirinden ayrı gibi görünen zihniyetlerin
nasıl aynı kaynaktan beslendiklerini ve dar bir ırkçı kadronun siyasal
İslamcılığı nasıl kullandığını ortaya koymaktadır.

Unutmayalım ki, Sevr'de yarım kalmış emellerin uzantısı olan PKK
silahlı saldırılarla devletten parça kopartmayı hedefliyordu.

Bunun imkânları azalınca "demokrasi" adını verdiği kendince bir
yöntemle, şimdi milleti kopartmak istemektedir.

Ve bu konuda dışta küresel gelişmeler ve içte hükümet aynı yönde
çalışmalarla süreci desteklemektedir.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Sözde açılım tartışmalarının yoğun olarak yaşanmaya başladığı son dört
ayda işler hükümetin istediği yönde ilerlemeyince nasıl geri adım
attığını, hangi sloganlara sığınmak durumunda kaldığını açıklamıştım.

Bu konuda partimizin kamuoyunu uyandıran çıkışları hükümeti yeni
arayışlara itmiştir.

Bunlardan biri de partimize yönelik olarak "çözüm için
düşündüklerimizin" açıklanmasına yönelik çağrılardır.

"Elini taşın altına koyma" önerisi ile birlikte servis yapılan bizim
"çözüm paketimizin ne olduğuna dair" sorular da tıpkı bizimle bir kez
olsun görüşme ortamı arayan toptancı anlayışın bir tuzağıdır.

Milliyetçi Hareketin Türkiye'nin bütün meselelerine yönelik görüş ve
önerilerini bugüne kadar hiç dikkate almayanların aniden partimizin
hükümetin yarattığı gündem üzerinde görüşümüzü merak etmiş olması
dikkat çekicidir.

Bizim terörle mücadeleyi nasıl yapacağımıza, milletimizin kardeşliğini
nasıl sağlayacağımıza dair fikirlerimiz ve önerilerimiz elbette vardır
ve geride kalan kırılmayan çizgimizin sayfalarında rahatlıkla
bulunabilir. Hepsi belgelidir.

Ve üstelik bizim görüşlerimiz günübirlik gelişmeleri magazin haberi
haline getiren sığ ve yüzeysel konuşmalar değil, stratejik derinliği
olan, ayrıntılı tahlillere dayanan kalıcı ve köklü arayışların
neticesidir.

Elbette ki, siyasi hareketlerin toplum ve siyaset zemini üzerindeki
varlıkları ve ağırlıkları, sahip oldukları fikirleri, programları,
sorunları tespit etme ve çözme becerileri ile doğrudan ilişkilidir.

Ne var ki gizlisi saklısı olmayan, özü sözü bir, tavrı ve düşüncesi
bilinen bir siyasi hareketin, yeri geldiğinde konuşması ve mücadelesi
kadar, yeri geldiğinde yalnızca "duruş" göstermesi bile başlı başına
bir siyaset imtiyazıdır.

Başkalarının boş konuşarak fikirleri artık sakız haline getirdiği,
ithamların zıvanadan çıktığı, ihanetin fren tutmadığı sulandırılmış
bir ortamda Milliyetçi Hareketin ve mensuplarının fikirlerini bu
keşmekeşte değersizleştirmesi asla düşünülemez.

Bu itibarla, sıkıştığı yerden çare arayan Başbakan için de, kurtuluş
arayan İmralı Canisi ve Kandil Kadroları için de yalnızca duruşumuz
yeterli olacaktır ve olmaktadır. Rahatsızlıklar bundandır.

Soruyorum sizlere, hükümetin ne yapacağını kendi ağızlarından
duyanınız var mıdır?

İçeriği sır gibi saklanan sözde çözüm paketi hakkında bilgi sahibi
olanınız var mıdır?

Sanki kendileri ne istediklerini açıklamışlar gibi bizim ne
düşündüğümüzü sorgulayan ve nasıl çözeceğimize yönelik çağrılar ve
baskı arayışlarının arkasındaki oyunu okuyoruz.

İnce hesaplarla kendi fikirlerini saklı tutmaya çalışanların, bizi
açılıma ortak etme çalışmalarındaki tuzakların farkındayız ve şimdilik
duruşumuzu göstermeyi yeterli görüyoruz.

Muhterem Arkadaşlarım,

Hükümetin ve Başbakan Erdoğan'ın terör sorununa bakışında, sözde çözüm
arayışlarında en büyük yanılgısı nereden ve hangi kaynaktan sahip
olduğunu bilmediğimiz özürlü millet algısı ve hiçbir dayanağı olmayan
milliyetçilik anlayışındadır.

Milleti tarihin saikiyle tesadüfen bir araya gelmiş insan
topluluklarının ortaklığı zanneden bu iptidai bakış, devlet, millet,
ülke, tarih, demokrasi, özgürlük, insan ve siyaset gibi hayatın bütün
alanlarındaki yorum ve bakışın da temelini teşkil etmektedir.

Millet kavramını kendi değerler sisteminde olması gereken yere
oturttuğu vakit başbakan ve zihniyetinin dünyaya ve olaylara bakışı da
değişecektir.

Ancak, yaşadığımız hadiseler ve şahit olduğumuz düşünceler, bu
zihniyetin millete bakışındaki ön yargıları ortadan kaldırmayacağı
yönündedir.

Bunda, paylaştığı ideolojinin Cumhuriyetimizi anti tezi gibi gören
intikamcı ve reddedici görüşlerinin katkıları olduğu kuşkusuzdur.

Ancak bir o kadar da, millet kavramından tiksinmesini gerektirecek
kadar ağır bir özel travma geçirmiş olması veya Türk milletine
mensubiyet duymasını engelleyen özel bir geçmişinin bulunması
düşünülmelidir.

Nitekim az önce maddeler halinde bir kısmını dile getirdiğim 1991
raporunda da görüleceği gibi milleti birleştirici değil baskıcı
telakki ederek her kimliğe ve kültüre saygı adı altında özerklik ve
özgürlük verilmesi, üzerlerindeki "baskı ve inkârın" kaldırılması
olarak değerlendirilmektedir.

Bu yaklaşım, yıllar içinde değişik şekillerle de ifade edilmeye devam
edilmiş, farklılıkların zenginlik olduğu gibi masum tespitlerden,
herkesin "kendi etnik kimliği ile övünç duyması" gibi tahrik edici
beyanlara kadar her konuşmasında yer almaya başlamıştır.

Artık Başbakanın ağzında tekerleme haline gelerek milletimizi meydana
getiren alt kültürlerin teker teker sayılması dünyada emsali
görülmemiş bir zihniyet çürümüşlüğünün ve tahriklerde ısrarın nesli
tükenmiş bir numunesi olmuştur.

Millet olmanın anlamından habersiz ırkçı ve etnisite temelli bu geri
anlayışın izlerini bu zihniyet sahiplerinin Osmanlı İmparatorluğuna
bakışında da görmek ve hatta düşüncelerinin temeli olduğunu söylemek
mümkündür.

Başbakan ve arkadaşlarının da içinde yer aldığı anlayışa göre, Osmanlı
İmparatorluğu birbiri ile iç içe değil ama yan yana var olan
etnisitelerin sonsuz serbestlik içinde yaşadıkları kimliksiz bir
devletin adıdır.

Bu anlayışa göre yüzyıllar süren hükümranlık bu sınırsız hoşgörü ile
sağlanmış, asırlarca yaşayabilmenin sırrı kimliklere sağlanan
serbestlikle oluşmuştur. Onlara göre büyüklüğünün temeli buradadır.

Doğrudur, aziz ceddimiz asırlarca yönetimleri altına aldıkları
toplumları barış ve huzur içerisinde yönetme becerisini
göstermişlerdir. Onların bu yönleriyle elbette ki övünüyoruz.

Ama mükemmel denecek yönetim iradesini tamamıyla tersten okuyarak, alt
kimliklerin tahriki zanneden gafillerin günümüzdeki imparatorluk
çağrışımları ve çürük yönetim algıları, ülkemizi, değil asırlarca
yaşatmaya, yüzyılı bile çıkarmaya korkarım ki yetmeyecektir.

Bu nedenle, yanlış yoldakilere ışık tutacak olan, ecdadımızın
büyüklüğünün sürekli dile getirilmesinden ziyade tarihin doğru tahlil
edilmesinden geçecektir.

Unutmayalım ki; altı asır süren bir imparatorluğun mevcudiyetindeki
sır,

* Farklılıkları kaşıyan değil birleştiren,
* Ayrılıkları kışkırtan değil kucaklayan,
* Kimlikleri tahrik eden değil millet kimliğinde buluşturan,
* Dirliği ve düzeni bozmak isteyene ise dersini veren yönetim
anlayışıdır.

Birbiriyle kavgalı Türk boylarını ve oymaklarını sıkıştıkları dar bir
asabiyetten üste doğru yükselterek Türk milleti kimliğinde
bütünleştiren de Osmanlı şuuru ve ruhudur.

Ceddimiz, milli kimliğin şekillendiği ve yoğrulduğu asırlar içinde bu
yolla milletimizi yüzyıllarca her türlü tahribattan kurtarmış ve
bugünkü varlığımızın köklü zeminini hazırlamıştır.

Üç kıtaya yayılan hükümranlığın sırrı da bu milletleşme hali ve
şuurunda aranmalıdır.

Yoksa iddia olunduğu ve zannedildiği gibi Osmanlı Devleti kimlik
oluşturamamış, tesadüfen bir araya gelmiş alt kültürlerin, dağınık ve
sorumsuz idare merkezi değildir.

Aksine, tarihin derinliklerinden gelen Türk devlet ve yönetim
geleneğinin tipik ve zirveye yükselmiş bir devamıdır ve son tahlilde
bir Türk devletidir.

Bu yüzdendir ki, Sultan Abdülhamit "akrabalarım" dediği Karakeçili
Türkmenlerinin kendisini her sene ziyaretini bir protokole
bağlamıştır.

Bu nedenledir ki en güvendiği bu insanlara muhafız teşkilatını emanet
etmiş, Ertuğrul alaylarını bunlarla kurmuş ve bu güvenirliklerinden
dolayı da beşeri kaynağını mesela Potamya'ya değil ama Sögüt'e
bağlamıştır.

Asırlarca süren hükümranlığının dayandığı asli millet unsurları vardır
ve bu beşeri zenginlik ve devamlılık fetihlerin de hakimiyetin de
vazgeçilmez kaynağı olmuştur.

Osmanlı, AKP zihniyetinin olmasını arzuladığı gibi her görüşe sonsuz
kucak açan, her tahribe sıcak bakan ilkesiz ve omurgasız bir devlet
değildir. Koyduğu kurallara uyması şartıyla yönettiği tebası vardır.

Müsamaha ile milli beka; serbestlikle başkaldırma; özgürlükle ayrışma
arasında hassas dengeleri gözetmiş ve gerektiğinde gücünü
göstermiştir.

Bürokraside, idarede kullandığı ve merkezinde Türkçe'nin bulunduğu bir
resmi yazışma dili ve münasebetler ağı vardır.

Ve bütün devletler gibi yönettikleri toplumlar üzerinde bu esaslara
rıza göstermesi kaydıyla kucaklayıcı hoşgörüsü vardır.

Devletin devamlılığına, milletin bölünmesine, yönetimin zayıflamasına
yol açacak bütün gelişmeler karşısında neler yaptığının ve nasıl
mücadele verdiğinin ibret sayfaları son iki yüzyıllık tarihin içinde
görülebilir.

Kimlik arayışlarının ve farklıklarının ortaya çıkması ve tahriki ile
koca Cihan Devleti'nin nasıl bir küçülme ve geri dönüş yaşadığı ve
sonunda asli unsur olan Türk milletine ve coğrafyasına dönüldüğü
bilinmektedir.

Bu itibarla, bu büyük Türk devletini milletsiz ve ülküsüz bir devlet
nizamı ve bu devlette yaşayanları da kimliksiz ve şuursuz insan
yığınları zannedenlerin bugün bin yılda oluşan milli varlığımızı geri
döndürecek çabalarını bir kez daha gözden geçirmeleri hayırlarına
olacaktır.

İçinde bulunduğumuz süreçte, farklıkların kaşınarak ayrılıkların
gerekçesi haline getirilmesi, bunun da demokrasi adı altında
yapılması, bize bu coğrafyayı yurt olarak miras bırakan atalarımızın
aziz hatıralarına ve yönetim mirasına en büyük saygısızlık olacaktır.

Bu itibarla, Türk milletini, öz vatanında etnik bir topluluk haline
indirgeyip kavmiyetçi körlükten kurtulamayanların, Türkmen ruhunun
beylikten imparatorluğa götüren kucaklayıcı milli siyasetini anlaması
da mümkün değildir.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Hepinizin hatırlayacağı gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 23.
dönemdeki ilk oturumunda ülkemizde açılmasını düşündüğümüz yeni bir
sayfa için bölücülükle yakın temasını bilmemize rağmen Meclise kadar
gelebilmiş millet temsilcilerine elimizi uzatmıştık.

Bu konuda yaptığımız çağrının ve jestin eleştirilere neden olacağını
ve hatta hakkımızda tartışmalar başlatılacağını da biliyorduk.

Yine bu kapsamda bildiğiniz gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin
Ulus'taki ilk binasındaki törende ilk Meclisin ruhunu öğrenmeleri için
bu yörenin bir milletvekilini başka anlamlar çıkartılacağını bilerek
yanımızdaki koltuğa davet etmiştik.

Kısaca diyebiliriz ki, en aykırı fikirlerin sahipleri ile bile temas
kurmaktan asla geri durmadık.

Bizim çağrımız, ilk meclisimizde anlamını bulduğu gibi milli devlet ve
üniter yapı içinde yer almaları ve saygı göstermeleri kaydı şartıyla
kardeşliğe çağrıydı.

Geride kalan yılların ağır vebalinden kurtulmaları ve milletimizin
geleceği için yeni bir sayfa açmaları için, milli kimliğe ve milli
bekaya katkı adına anlamasını bilenlere çok hassas bir davet
niteliğindeydi.

Bu açıdan hiç kimse bize kardeşlik ve kucaklaşma için adım
atmadığımızdan söz edemez.

Hiç kimse Milliyetçi Hareketin milletimizin tamamını kucaklamak
istemediği gibi ithamlarda bulunamaz.

Milletimizin değerlerine ve birliğine, Cumhuriyetimizin varlığına
saygıyı esas alan herkesle görüşmeye hazır olduğumuzu geride kalan
yıllarda yeterince ispat ettik.

Bu açıdan, ülkemizin dirliği ve düzenini, milletimizin birliğini
bozacak niyetlerini paylaşmak için randevu talep edilmesi veya el
uzatılması beyhude bir çaba olacaktır.

Ve unutulmasın ki uzatanın eli hep havada kalacaktır.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Açılım adı verilen sürecin önemli gündem başlıklarından birisi ana
dillerin kamusal alanlara girmesine yönelik girişimlerdir.

Kuşkusuz ki dil bir topluluğun dünyayı ve olayları algılama
penceresidir.

Bir dil vasıtasıyla çevremizde olup bitenleri yorumlama ve çözmek
yeteneği kazanabiliriz.

Ve elbette ki dil ile çevremizdeki insanlarla anlaşır ve aynı
duyguları aynı lisan ile ifade ederiz.

Bu açıdan ortak duyuş, düşünüş, davranış ve eserlerimizin vazgeçilmez
vasıtası kullandığımız ortak dildir.

Ve dil milli kimliğin omurgasıdır. Millete mensubiyetin temel
direğidir.

Şayet dil, kültür dediğimiz bu ortak ilişkiler ağından çıkartılırsa
veya tahrip edilirse, toplumdaki ortak alanların azalmaya başlaması,
müşterek yapının çözülmesi kaçınılmaz olacaktır.

Zira ortak duyuş ve düşünüşün temel unsuru olan dili ortadan
kaldırdığınızda, o dilin ürettiği bütün sosyal, siyasal, ekonomik,
kültürel yapının yıkılması mukadder hale gelecektir.

Son zamanlarda yaşamaya başladığımız, ülkemizdeki farklı toplulukların
dil, lehçe ve şivelerine yönelik sözde demokratik açılım arayışlarını
da bu kapsamda ele almak gerekmektedir.

Millet olma halinin mayası dildir ve bu dil bizim için asırları aşıp
gelen Türkçemizdir.

Bu maya çürütülürse bizi bir kimlik olarak ayakta tutan değerlerin
devamı asla mümkün olamayacaktır.

Ta asırlar öncesinde Orhun'da taşa kazınmış lisan, çağları aşıp gelen
milli kimliğin silinmez hatıraları ve belgeleridir. Ne kadar iftihar
etsek azdır.

Bizleri tarihin acımasız tahribatından kurtaran, binbir badirelerle
dolu insanlığın kavga, savaş gibi yıkımlarından sıyrılarak bugün var
eden ana değerimizin adı Türkçedir.

Düşüncemiz odur ki, Türkçenin olmadığını varsaydığımız bir geçmişte,
ne bugün adımıza Türk milleti denebilirdi, ne de ülkemizin adı Türkiye
olabilirdi.

Ve eğer dile ortak koşmaya izin verilirse, devlete de ortak koşmak
durumunda kalınacaktır.

Bu nedenledir ki, ana dilde eğitim ve öğretim Türkiye üzerinde
emelleri olan her mihrakın sıcak tutuğu ve dayattığı ana gündem
maddesi haline gelmiştir.

Bu konuda Türkiye'ye çağrıda bulunan, Kürtçenin resmi eğitim sistemi
içine alınmasını ve kamu hizmetlerinde geçerli dil olarak sayılmasını
isteyen Avrupa Parlamentosu'nun talepleri zaten bilinmektedir.

Yine PKK'nın ve bölücülüğün de ana dilde eğitim hakkında ısrarlı
oluşlarının da nedeni de budur.

Ve AKP zihniyeti bu iki dayatmaya boyun eğmiş ve ana dilin resmiyet
kazanması için AB, PKK ve AKP sacayağı oluşturmuşlardır.

Masum bir kültürel hakkın tanınması gibi sunulmaya çalışılan bu
konunun özellikle PKK için taşıdığı hayati önem, Türk milletinden ayrı
bir millet kimliği ve ayrı milli mensubiyet duygusu yaratılmasında
dilin temel vasıta olmasından kaynaklanmaktadır.

Kürtçe öğrenim ve yayın, bu mihraklarca Türk milleti kimliğinde
buluşmuş kardeşlerimizde farklı milli kimlik şuuru yerleşmesinin en
etkili vasıtası olarak görülmektedir.

Milliyetçi Hareket Partisi, ortak dil ile milletleşme arasında
kaçınılmaz bir tabii bağ olduğunu düşünmektedir.

Çünkü bize göre, milli dil ile milli varlık ve milli beka arasındaki
bağın kesintiye uğraması, tahrip edilmesi milletlerin geriye dönüşünü
kaçınılmaz kılacak, bir arada yaşayabilmenin asgari müştereklerinin en
önemlisi ortadan kalkacaktır.

Bu konuda, bir devrin çöküşünün nedenlerini, bizzat doğduğu Balkan
topraklarında gözleyen ve içinde yaşayan büyük Atatürk'ün şu sözlerini
unutmamak lazımdır:

Atatürk diyor ki; "Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz?
Bunun bir tek sebebi vardır; bu da, İslâv araştırma cemiyetlerinin
kurduğu dil kurumlarıdır. Bizim içimizdeki insanların, millî
şuurlarını uyardığı zaman, biz Balkanlardan Trakya hudutlarına
çekildik."

Bugün de yeni bir çekiliş yaşamamak için dil ile oyun oynanmayacağının
veciz bir anlatımı; dille kimlik, dille birlik ve dille ayrılma
arasındaki hassas ilişkiyi izah eden dehanın bugün de geçerli olan
tespitidir.

Türkçeden başka bir dili veya dilleri hayatın her alanında kullanmaya
başlayan bir milletten, yeni milletler çıkmasını önleyen bir siyasal
sistem veya çözüm henüz bulunamamıştır.

Değerli Arkadaşlarım,

Elbette ki lisanımızı kendimiz seçmiyoruz. İçine doğduğumuz ailenin
dili anamızın dili oluyor.

Ve bizim için her dil saygıdeğer ve muhteremdir. İnsan olmanın en
tabii hali ve sonucudur.

Kim, özel hayatında anadiliyle konuşmak istiyorsa konuşsun. Engel
olacak hiç kimse yoktur. Buna saygı duyarız.

Şarkıların söylenmesinden, şiirlerin okunmasından, sohbetlerin
yapılmasından tedirgin olmanın anlamı da yoktur.

Tabiidir ki, insanlar özel ilişkilerinde ve hayatlarında analarının
dilini kullanıp kullanmamakta serbest olacaklardır.

Ne var ki, özel hayatta kullanım serbestliği kamusal alana girmeye
başladığında konu milli dilin önüne çıkartılan bir engel, ayrı bir
kimliğin uyandırılması için bir tahrik unsuru haline gelecektir.

Ve bugün yaşamaya başladıklarımız, bu tehlikeyi yani Türkçe'nin resmi
dil özelliğini tehdit ettiğini, resmi dile ortak koşulmak istendiğini
işaret etmektedir.

Türkçe bugünkü anlamda resmi sıfatı taşımasa bile Osmanlı
İmparatorluğunun da bürokratik yazışma lisanıdır.

Arşivlerimizdeki milyonlarca Türkçe belge bunun işaretidir.

1876'da ilan edilen ilk Türk anayasa metni diyebileceğimiz Kanun-ı
Esasi'nin 18. maddesinde devlet memurlarının ve mebusların "lisan-ı
resmi" olan Türkçeyi bilmeleri; Meclisteki konuşmaların Türkçe
olmasını şart koşulmuştur.

Bu kural benzer biçimlerde Türkçeyi devlet dili sıfatıyla resmi lisan
olarak bugünlere kadar taşımış ve yürürlükteki anayasamızın değişmesi
teklif dahi edilemeyecek olan 3. maddesinde "Türkiye Devletinin
dilinin Türkçe" olduğu vaz edilmiştir.

Buna göre, "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür. Dili Türkçedir."

Bizler fikrimizi ve gücümüzü elbetteki anayasadan almıyoruz. Ancak
bizim dil konusundaki hassasiyetimizin Anayasada da yer alıyor
olmasını ve devamını destekliyoruz.

Anayasamıza göre, Türkiye Cumhuriyeti Devletinde ırk ve dil farklılığı
temelinde milli azınlıkların bulunduğunu savunmak, Türkçe dışında
dillere ve farklı kültürlere yasal statü kazandırarak etnik kimlik
oluşturmak mümkün değildir.

Anayasanın değiştirilemeyecek bu amir hükmü ortada iken, etnik köken
ve dil temelinde milli azınlıklar yaratmaya çabalamak Anayasamıza açık
bir aykırılık teşkil edecektir.

Bir kez bu kapı resmiyet boyutunda açılırsa,

* Anadilin eğitimi,
* Ana dilin akademik öğretimi ve araştırılması,
* Anadilin resmi alanda kullanılması.
* Anadil alfabesinin kabulü gibi sıralı talepleri kim
durduracaktır?

Ardında ise, eğitim kimliklere göre tanzim edilecek, tarih, coğrafya,
edebiyat eğitiminin kimliklere göre yeniden düzenlenmesi konusu
gündeme gelecektir.

Böyle bir Türkiye'de ise;

* Türkçe dışındaki anadillere resmiyet kazandırarak millet
birliğinin devamı nasıl mümkün olacaktır?
* Alt kültürlerin milli kimlikten ve kültürden dönüş göstererek
ayrışması, Türk milletinin devamını nasıl sağlayacaktır?

Milli kimlik ve dilin kaçınılmaz bağını yine en anlamlı şekilde ortaya
koyan Atatürk"ün bir sözünü burada sizlere tekrarlayarak konuyu
kapatmak istiyorum.

"Milliyetin en bâriz vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim
diyen insan, her şeyden evvel ve behemehal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe
konuşmayan bir insan, Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia
ederse, buna inanmak doğru olmaz"

İşte gerçeğin, aklın ve milliyetçilerin görüşü buradadır.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Bu uzun süren toplantımızı baştan sona kadar sabırla dinleme
nezaketini gösterdiniz. Hepinize şükranlarımı sunuyorum.

Konuşmamın satır aralarında şahit olduğunuz gibi, Milliyetçi Hareket
Partisi Türkiye'nin gündemine hakimdir.

Milletimizin karşısına çıkabilecek bütün gelişmeler derinlemesine
tahlil edilmektedir.

Özellikle kırk yıllık birikimimiz gelişmelerin seyri için en önemli
dayanağımızdır.

Attığımız her adım ahlakı ve erdemi ihmal etmeyen ince siyasi
hesapların eseri ve sonucudur.

Özellikle doğru yer ve zamanda atılan adımların ve sizlerin desteğinin
ülkemizin temel meselelerinde nasıl bir dalgalanmaya yol açtığına
herkes şahit olmuştur.

Önümüzdeki kritik süreçte ortak bir akıl, üslup, dil ve fikir ile daha
yoğun bir mücadele sizleri beklemektedir.

Bizim Genel Merkezimizden veya Meclis Grubumuzdan başlayan her siyaset
duruşumuzun gerçek kaynağı ve dayanağı ülkemizin her yerinde bizleri
takip eden sizlersiniz.

Bu itibarla, Ankara'dan ulaştırdığımız siyasi mesajları yerelde
vatandaşa indirecek ve anlatacak olanlar da sizler olacaksınız.

Sizlerden başlayacak toplumsal uyanış bütün yurdu kaplayacak, Türkiye
yıkımın aktörlerine hak ettiği dersi verecektir.

Bu uyanışın içinde hükümetin iflasını ise,

* Avrupa Birliği'nin sevdalıları da kurtaramayacaktır,
* Küresel ekonomik dalgalanma bahaneleri de;
* İşbirlikçi medya da kurtaramayacaktır,
* Yandaşlarına ısmarladığı düzmece haberler de.
* Küresel sermaye de kurtaramayacaktır;

İstismar ettikleri manevi değerlerimiz de.

Milliyetçi Hareket, milletimize reva görülen bu zilletin takipçisidir.

Şer odaklarının telaşları bundandır. Korkuları bunun içindir.

Unutuldu sanılmasın. Milliyetçi Hareket Partisi, bu fetret dönemini
yaşatanlardan mutlaka hesap soracaktır.

Yetim hakkı yiyen, yoksulun lokmasına göz dikenlerin yakasını asla ve
asla bırakmayacaktır.

Bu Milliyetçi Hareket için bir namus ve vicdan borcudur.

Herkes unutsa, herkes sözünden dönse bile, Milliyetçi Hareket asla
vazgeçmeyecektir.

Gün birleşme günüdür. Gün dayanışma günüdür.

Milliyetçi Hareket memleketimizin her evladını kucaklamaktadır.

Sizlerin de bu topraklarda aynı sevgi ve kaynaşma duygularıyla hareket
ederek bütün vatandaşlarımızı, aziz milletimizin bütün evlatlarını
kucakladığınıza eminim.

Büyümenin, gelişmenin, kuvvet ve kudret kazanmanın başka da yolu
yoktur.

Aynı dili konuşan, aynı mukaddesata inanan ve aynı kültürle yoğrulan
kardeşlerimin örnek olacak bir kaynaşmayı göstereceklerine inanıyorum.

Ne mutlu ki, bugün burada toplanan kardeşlerimin heyecanında bu
kararlılığı görüyorum.

Bunu yapacak şuur ve inanca sizlerde şahit oluyorum.

Bizlere daha büyük hamleler yapmak için güç veriyorsunuz.

Bizlere milletimize itimadımız yönünde kuvvet veriyorsunuz.

Hepinize şükranlarımı sunuyorum.

Bu vesile ile bu toplantıya katılan dava arkadaşlarımı en iyi
duygularımla selamlıyorum.

Hepinize, en kalbi hissiyatımla sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Milli devleti ve milletimizin bekasını savunma yolunda verdiğiniz
mücadelede; yolunuz, bahtınız ve alnınız açık olsun.

Ne mutlu Türküm diyene!



Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı
Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages