Memati
unread,Oct 20, 2009, 1:57:59 PM10/20/09Sign in to reply to author
Sign in to forward
You do not have permission to delete messages in this group
Either email addresses are anonymous for this group or you need the view member email addresses permission to view the original message
to Sanal Klavye
Muhterem Milletvekilleri,
Basınımızın Değerli Temsilcileri,
Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.
Geçtiğimiz hafta fikir ve gönül adamı olarak yıllarını millet
sevdasına adamış gazeteci ve yazar Ergun Göze Hakk'ın rahmetine
kavuşmuştur.
78 yıllık ömründe milli davaların savunucusu olarak hepimize ışık
tutmuş, fikir dünyamızı şuurlandırmıştır.
Merhum'a Cenab-ı Allah'tan rahmet, basın camiasına, düşünce dünyasına
ve aziz dava arkadaşlarına sabır ve başsağlığı diliyorum.
Mekanı cennet, kabri nur olsun.
Değerli Milletvekilleri,
Özellikle İsviçre'de imza altına alınan protokollere kadar gidilen
süreçte, Türkiye'nin Ermenistan ile ilişkilerindeki düşüncelerimizi
hepiniz biliyorsunuz.
Bu süreçte ana hatlarıyla;
* Ülkeler arasında kalıcı dostlukların olamayacağı gibi kalıcı
düşmanlıkların da olamayacağını,
* Devletler arasındaki münasebetlerin mütekabileyete uygun
olması gerektiğini,
* Kurulan bir ilişkinin, kurulmuş başka bir ilişkiyi bozmasından
mutlaka kaçınılmasını,
* Atılan adımlarda Türkiye'nin kalıcı çıkarlarına ve milli
haysiyetine dikkat edilmesini,
* Görüşme ve ilişkilerin küresel dayatma ve ipoteklere
bağlanmamasını, geçmişteki konuşmalarımızda vurgulamıştık.
AKP hükümetinin önceki hafta Ermenistan'la imzaladığı protokollerden
sonra yaşadığımız gelişmeler kaygılarımızı haklı çıkaracak seyir
izlemeye başlamıştır.
Nitekim, muhataplarının yıllardan beri tırmandırarak getirdikleri
sözde Ermeni soykırım iddialarından geri adım atacaklarına dair en
küçük bir işaret henüz alınmamıştır.
Hatta bu konuda yeni bir dayatma ve telkin kampanyası başlayacağına,
protokollerin Meclisten onaylanması için baskıların geleceğine dair
güçlü emareler görülmektedir.
Ancak, AKP'nin Ermenistan'la imzaladığı protokollerin ilk ve en hızlı
vahim sonucu, dost ve kardeş Azerbaycan'ın küstürülmesiyle yaşanmaya
başlanmıştır.
Bu konu, bizim baştan beri üzerine en çok düştüğümüz ve
kaygılandığımız bir konudur ve hükümete yönelik uyarılarımız
sıcaklığını korumaktadır.
Hükümetin protokollerin imzalanması sürecinde Türk milletinin rızasını
alamadığı ortadadır.
Buna ilave olarak, ziyaretlerle ikna edilmeye çalışılan Azerbaycan'ın
da açıkça kandırılmış olduğu gelişmelerden ortaya çıkmıştır.
Ve ne üzücüdür ki, Ermenistan'ı kazanmak uğruna Azerbaycan'ı
kaybetmeyi göze alan AKP zihniyeti bu kardeş ülke ile olan
ilişkilerimizi çok tehlikeli bir yola sokmuştur.
Protokollerin imzasıyla yaşanan gerilime, geçtiğimiz hafta yapılan
Türkiye-Ermenistan futbol müsabakasında, Azerbaycan bayrağının AKP
zihniyetince yasaklanması da eklenince Azeri kardeşlerimizde
tepkilerin had safhaya ulaştığı anlaşılmaktadır.
Milletimizin ve partimizin bayrak konusundaki hassasiyeti ortadayken,
haklı ve meşru tepkilerin boyutunu aşan bir öfkenin Azerbaycan
yönetimine hakim olduğu görülmektedir.
Özellikle medyaya yansıyan şekliyle Bakü'de Şehitler Hıyabanı'nda
bulunan Türk şehitliğindeki Türk bayraklarının kaldırıldığına dair
haberler Anadolu Türklüğünü derinden üzmüş ve incitmiştir.
Buradan Azerbaycanlı kardeşlerimize seslenmek istiyorum:
* Hükümetin Ermenistan'la yakınlaşmasındaki üslup, seviye ve
yöntem hepimizi olduğu gibi sizleri de öfkelendirmiş olabilir.
* Bu konuda yapacağınız eleştirilerin ve göstereceğiniz
tepkilerin, mensubu olduğumuz Türk milletinin mukaddesatına saygıyı
esas alması şarttır.
* Üstelik bu tür bir tepki şekli ve milli hassasiyetleri aşan
itici tavır iki kardeşin arasını açmak isteyenlerin de ekmeğine yağ
sürecektir.
* Türkiye'nin Ermenistan'la imzaladığı protokollerin keyfiyeti
bugün iktidarı elinde tutan Adalet ve Kalkınma Partisi'ne aittir. Türk
milletinin tamamının iradesini ve duygularını yansıtmaz.
* Türkiye ve Türk kamuoyu AKP zihniyeti ve kadrolarından ibaret
değildir. Bu hükümet ve ilkesiz kadrolar bugün belki vardır, ama yarın
olmayacaktır.
* Onların yapacakları yanlışlar, milletimizin gelecekteki
ilişkilerini ve dostluğunu bozmamalıdır.
* Türk milleti, eşsiz sağduyusu ile Azerbaycan Türklüğünün
yanındadır. Karabağ meselesini savunmuş, Azerbaycan bayrağını bağrına
basmış ve dalgalandırmıştır.
Bu itibarla, ecdadımızın yadigârı olan al bayrağımızın hatıralarına
saygı gösterilmesi hepimizin dileği ve mecburiyetidir.
O ay yıldızları şehitliğe diken AKP zihniyeti değildir ki, AKP'nin
yaptığı hata, düştüğü zillet, ay yıldızımıza mal edilsin ve bir
nezaketsizliğin vasıtası olsun.
Bu konuda yaşanan haklı öfkenin, diplomatik alana yöneleceğine,
bizleri "bir millet" yapan değerleri incitmekten uzak durulacağına
inanıyorum.
Hıyaban Şehitliği bir tarafta 91 yıl önce Azerbaycan`ın bağımsızlığı
için savaşan Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu`nun, diğer
tarafta ise Hocalı`da 1918`de, Karabağ`da 1990`da katledilen
Azerbaycan Türklerinin şehitlerini kucaklamaktadır ve bizim için çok
önemlidir.
Azerbaycan Türklüğünden, başta Sayın Cumhurbaşkanı Aliyev olmak üzere
bütün siyasi partilerden ve yetkililerden bu vahim hatayı derhal
telafi etmelerini bekliyorum.
Ay yıldızlı al bayrağımız ile mavi kırmızı ve yeşil Azerbaycan bayrağı
aynı gönderde sonsuza kadar dalgalanmalıdır.
Unutmasınlar ki, Türklüğün müşterek sorunları tam bir dayanışma ile
Milliyetçi Hareketin iktidarında çözülecek ve geride kalan bütün
yanlışlar mutlaka telafi edilecektir.
Ve böylesi bir yönetim gücü ile muazzam bir coğrafyaya yayılmış
muhteşem kudret hak ettiği mevkiiye yükselecektir.
Değerli Milletvekilleri,
Hükümetin Ermenistan'la ilişkileri normalleştirme adı altında
giriştiği yol ve yöntemin sakat bir anlayışa, çürük bir zemine ve
küresel dayatmalara dayandığı bir gerçektir.
Kamuoyu haklı olarak bu konudaki ikna girişimlerini inandırıcı
bulmamış ve süreci sorgulamaya başlamıştır.
Teslimiyetçi icraatları konusunda hakkında ciddi tereddütler uyandıran
AKP hükümeti, yaptığı yanlışları aklayacak bahaneler ve gerekçeler
arama yarışına girmiştir.
Ve bu konuda hepinizin bildiği gibi, Başbakan Erdoğan'ın ağzından,
Kurucu Genel Başkanımız Alparslan Türkeş Bey'in 1993 yılında
Ermenistan devleti ile ilişkilerin kurulması için yaptığı girişimler
bizlere hatırlatılmak istenmiştir.
Merhum Genel Başkanımızın bir milli meseleyi sahiplenerek 16 yıl önce
başlattığı girişimle ilgili olarak gerekli açıklamaları, bugün
partimizin milletvekili de olan Sayın Tuğrul Türkeş Bey yapmıştır.
Rahmetli Başbuğumuzun bu temasları, basına da yansıdığı gibi,
Ermenistan'ın Azeri topraklarını işgalini durdurması, esir alınan
Azeri kardeşlerimizin serbest bırakılması amacına dönük olmuştur.
O günlerde, yapılmak istenen ile bugün karşımıza çıkartılmak istenenin
aynı olmadığı, yol, yöntem ve hedeflerin tamamen ayrı olduğu konuya
şahit olanların anlatımlarıyla ortaya çıkmıştır.
Milliyetçi Hareket Partisi, her türlü milli meselede ve her zeminde;
milletinin yararına, yarınına ve haysiyetine uygun olmak koşuluyla
destek vermeye hazır ve donanımlıdır.
Ancak bugünkü teslimiyetçi şart ve ortamda, dayatmalarla ilerlenen
tünelde yer almamız veya göz yummamız asla düşünülemeyecek bir
sonuçtur.
Başbakan Erdoğan'ın girdiği yanlış yolda ve teslimiyet sürecinde içine
düştüğü çaresizliği kapatmak amacıyla Merhum Türkeş Bey'in fikirlerine
sığınmış olması ve onu örnek alması hepimiz için umut verici olmuştur.
Bu yolla, milli meselelerde girdiği yanlışları bir nebze olsun fark
ederek, gerçek bir devlet adamının onurlu ve muhteşem mücadelesini
takip etme ve ders alma imkânı bulabilir.
Bu itibarla, Başbakan Erdoğan'ın Türkeş Bey'i okumasında, izlemesinde
kendisi açısından sonsuz yarar vardır. Bu tutum, bizi Başbakan'ın
doğruları ve haysiyetli münasebetleri öğrenmesi konusunda ancak mutlu
eder.
Madem ki Ermenistan'la münasebetlerde Türkeş beyin yaptıklarını rehber
edinme arzusu uyanmıştır, biz Başbakan Erdoğan'a hidayete erme
noktasında merhum liderimizin millet, milliyetçilik, siyasi ahlak,
mücadele, onurlu duruş ve Türklük konularında da takipçisi olmasını
temenni ediyoruz.
Ve bu konuda samimi ise Türkeş Bey'in 12 Aralık 1994 tarihinde,
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı konuşmadaki şu sözlerini de,
milletimizi etnik kimliklere bölmeye çalışan ilkel anlayışını ve
karanlık vicdanını aydınlatması için Başbakan'a hatırlatıyoruz.
Merhum Başbuğumuz diyor ki,
"Burası Türkiye'dir; bu kutsal vatanın adı, köyümüz, kentimiz,
bölgemiz ne olursa olsun, Türkiye'dir.
Türkiye'de yaşayan herkesin, ailesi, sülalesi, aşireti, kabilesi,
etnik kökeni ne olursa olsun, müşterek adı Türk'tür."
Muhterem Milletvekilleri,
Milliyetçi Hareket Partisi, yıllardan beri terörü ve terör örgütünü,
yalnızca kanlı eylemlerinden ibaret bir suç ve cinayet şebekesi gibi
görmekten uzak bir anlayışla, daha yukarıdan yorumlama ve
değerlendirme çabası içinde olmuştur.
Özellikle çağımızda, terörizmin uluslararası karanlık oyunların çok
etkili bir vasıtası olduğu açıktır.
Yine bu kapsamda, terör eylemlerinin de muhasım ülkeleri istenilen
kıvama getirmek için kullanılan stratejik senaryoların kirli yüzü
olduğu herkes tarafından bilinmektedir.
Bu gerçeği, ülkemize yönelik tehditlerde bulmak istemeyenlerin,
terörün hangi amaçlarla kullanılabileceğini anlamaları için çok
uzaklara gitmelerine gerek yoktur.
Yalnızca komşumuz Irak'a baktığımızda bile Amerika Birleşik
Devletlerine yönelik terör saldırısının sanal suçlusu ilan edilen bir
diktatörün idamına ve ülkesinin kan gölüne çevrildiğine şahit
olabiliriz.
Bu itibarla, yaklaşık yirmibeş yıldır kanlı eylemleri ile ülkemizin
ilk gündemi haline gelen PKK terörünün bir sonuç değil bir vasıta; bir
amaç değil araç olduğu bilinmektedir.
Nitekim, kurulduğu ilk yıllardan itibaren PKK'nın, Türkiye üzerinde
emelleri olan her devletin kullandığı, uluslararası ve hatta uluslar
üstü bir baskı ve pazarlık vasıtası olarak şiddete ve teröre
başvurduğu ortadadır.
Millet varlığına kasteden PKK terörüyle mücadele ve teröristlerin
imhası yıllardır en üst seviyede ve büyük bir fedakârlıkla
sürdürülmüştür.
Bu uğurda çok sayıda şehit verilmiş, çok sayıda vatandaşımız hayatını
kaybetmiş ve yaralanmıştır.
Ülkemiz başka sahalara ayırması gereken maddi imkânlarını haklı olarak
terörle mücadeleye aktarmış, bu konuda da kayıplar yaşamıştır.
Burada, sizlere geride kalan yılların acı bilançosunu tekrarlayacak ve
terör örgütünün katliamlarından bahsedecek değilim.
Ancak, yıllardır süren bu eylemlerin arkasındaki stratejik nedenleri,
küresel aktörleri, yerli işbirlikçilerini, tarihsel köklerini ve
emellerini dikkate almadan yapılacak analizlerin asla doğru
olmayacağını düşünüyorum.
Bu açıdan PKK terörünü, silahsız bölücülükten; bölücü faaliyetleri de
bölgemizdeki küresel projelerden bağımsız düşünmek ve birbirinin
içinden çıktığını görmeden tek tek ele almak hepimizi yanlış sonuçlara
ve elbette ki yanlış sebeplere götürecektir.
Aslında kökleri Osmanlı İmparatorluğuna kadar dayanmasına rağmen,
bugünkü haliyle 1984 yılında ortaya çıkan bölücülüğün silahlı boyutu
olan PKK terör örgütünün, yıllar içinde aldığı boyut ve şekil
terörizmi Türkiye'mizi de içine alan bir projenin parçası haline
getirmiştir.
Yalnızca son yirmi yılın Irak coğrafyasındaki gelişmelerine
baktığınızda PKK terörünün arkasında Türkiye üzerinde hesabı olanların
tamamının isimlerini görmek ve arka planda yer alan ülkeleri bulmak
mümkündür.
Nitekim, devletin terörle mücadeleden sorumlu veya yetki verilmiş
resmi makamlarının zaman zaman bunları dile getirdiği ve hatta
şikayetçi olduğu bilinmektedir.
Ne var ki Türkiye, PKK'nın ve bölücülüğün arkasındaki küresel
aktörleri bilmesine ve görmesine rağmen sadece sızlanmakla
yetinmiştir.
Milli güvenliği bu derece etkileyen bir meselede örgüte verilen gizli
veya açık desteği muhataplarının yüzüne çarpmaktan kaçınmıştır.
Bu çaresizlik ve acziyet, tarihi Şark Meselesi dediğimiz emellerin
peşindeki küresel aktörler tarafından, bölücülük ve silahlı
uzantılarını çok maksatlı ve çok destekli bir uluslar arası yıkım
enstrümanı olarak kullanılmasının da önünü açmıştır.
Özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nin son yirmi yılda komşumuz
Irak'a yönelik iki ayrı savaşının siyasi sonuçlarını sebepleri ile
birlikte yorumladığınızda, karşımıza yıllardır Türkiye'yi bir kıvama
getirmek için kullanılan bölücülük ve bölücü terör oyununa şahit
olunmaktadır.
Gelişmeler, Türkiye ve Türkiye'yi yönetenlerin günübirlik
açıklamalarla durumu kurtarmaya çalışırken, ülkemizi ve bölgemizi
tanzim etmek isteyen küresel gücün uzun vadeli ve bizim için yıkımla
sonuçlanacak bir senaryoyu sahnelediğini bütün çıplaklığıyla ortaya
koymuştur.
Gerilere gitmeden, daha geçtiğimiz ay Türkiye'nin Terörle Mücadele
Özel Temsilcisi olarak görev yapan ve zamanında bu konuda aktif görev
üstlenmiş emekli bir zevatın Amerika'nın PKK'ya yardım ettiğine dair
açıklamaları bilinmektedir.
Devletimizin istihbarat arşivleri PKK ile Avrupa, PKK ile ABD
arasındaki ilişkileri doğrulayacak belgelerle doludur.
Türkiye yıllarca bu kirli ilişkileri görmezden gelmiş, içten içe ve
adına sözde dost dediği müttefikler tarafından ülkesinin altının
oyulmasına seyirci kalmıştır.
Her yıl yayınlanan terör örgütleri listesinde PKK adının da bulunuyor
olmasını bir lütuf gibi algılayan teslimiyetçi zihniyetlerin bununla
yetindikleri bilinmektedir.
Nitekim geçtiğimiz hafta Amerika Birleşik Devletlerinin Kandil
kadrolarından üçünü uyuşturucu kaçakçısı ilan etmesinin,
teröristlikten kaçakçılığa terfi mi, yoksa teröristlikten tenzili
rütbe mi olduğu anlaşılamamıştır.
Yıllardan beri milletimize büyük acılar çektiren ve son yıllarda da
ABD kontrolündeki Irak'tan hiçbir engele uğramadan, Türkiye'ye
saldıran teröristlerin, kanlı eylemlerine uyuşturucu kaçakçılığını da
ilave etmiş olmaları Amerika'nın aklına bugün mü gelmiştir?
Başta İmralı Canisi'nin yargılanma konularından biri de olan ve
Türkiye'nin yıllardır yaptığı bu tespitlere Washington şimdi mi
ulaşmıştır?
Yoksa herkesçe malum olan bu konunun bugün gündeme getirilmesi, kendi
yazdığı yeni bir oyunun son perdesini açan gongun vurulduğuna mı
işaret etmektedir.
Kuzey Irak'taki fiili Kürt devletine giden süreç incelendiğinde,
Türkiye'deki bölücülüğün kazandığı mevziler değerlendirildiğinde,
AKP hükümetinin içine düştüğü sarmal doğru okunduğunda,
Başbakan'ın Büyük Ortadoğu Yıkım Projesinin eşbaşkanlığı analiz
edildiğinde, bu son gelişmelerin Türkiye'yi milleti ve devleti ile tam
bir yıkıma sürüklediği anlaşılacaktır.
Elbette ki yabancı güçlerin güdüm ve kontrolündeki bölücü gelişmelerin
tamamından AKP zihniyetini sorumlu tutmak doğru da değildir, ahlaki de
sayılmayacaktır.
Ne var ki, tam yedi yıldır tek başına iktidar olan AKP, bölücülüğün
arkasındaki küresel desteği görmezden gelmenin de ötesinde, yardım ve
yataklık edecek kadar stratejik türbülansa girmiş ve gelişmelere tam
teslim olmuştur.
Irak'taki gelişmelere paralel olarak ilerleyen vahim süreç, Amerika
Birleşik Devletleri'nin Ortadoğu'daki sınırları değiştiremeye doğru
giden projelerinin, hükümeti düşürdüğü açmazın adıdır.
Uluslar arası literatürde, aşılması halinde "kan dökülmesini göze
almayı" ifade ve ilan eden "kırmızı çizgiler" kavramı Irak'taki
gelişmelerin tırmanması üzerine gerek hükümet ve gerekse güvenlik
makamları tarafından geçmişte defalarca dile getirilmiştir.
Bugün başta Irak'ın Kuzeyinde olgunlaşarak ilan edilmeyi bekleyen
sözde Kürdistan devleti olmak üzere, Türkmenlerin ve Kerkük'ün durumu
ile Kandil'e göz yumulması gibi adeta savaş nedeni gördüğümüz bütün
şartların ortadan kalktığı anlaşılmaktadır. Türkiye'nin çizdiği
kırmızı çizgiler bugün tamamen silinmiştir.
Şimdi hükümetin yaptığı, başkalarının çizdiği kırmızıçizgilere ve
önleyemediği bölgesel gelişmelere "sıfır sorun" adı altında boyun
eğmekten ibarettir.
Türkiye geride bıraktığımız yıllar içinde süreci yönlendirmekten
tamamen uzak kalmış, başa geçirilen çuvalların korkusu hükümeti
dayatmalara teslim olmaya itmiştir.
Bugün aktif dış politika, sorunsuz ilişkiler, barışçıl gelişmeler adı
altında yürütülen teslimiyetin tamamı Türkiye'nin AKP çaresizliğinin
kılıfı ve makyajıdır.
Değerli Milletvekilleri,
Son günlerde sözde açılım adı verilen süreçleri de küresel projeler
kapsamında değerlendirmek ve yabancı dayatmaların yeni bir şekli
olarak yorumlamak doğru olacaktır.
Milliyetçi Hareket Partisi, yıllardan beri milletimizin huzur ve
emniyetine musallat olan PKK terör örgütü ile etkili ve anlayacakları
yöntemlerle mücadeleyi savunmuştur.
Bu konuda hükümetlerin ihtiyacı olan her desteği vermeye hazır
olduğunu da her ortamda açıklamıştır.
Terörle ve bölücülükle mücadelede ne gerekiyorsa, siyasi, sosyal,
ekonomik bütün tedbirlerin alınmasının gereğinden ısrarla
bahsetmiştir.
Ancak, bugün gelinen nokta bu senaryonun son sahnesine girildiğini
işaret eden çok ciddi gelişmelerle doludur.
Yıllardır ülkemizi yoran ve acı çektiren terör örgütünün sona
erdirilmesinin koşulları bellidir:
Türkiye silahlı ve silahsız bütün imkânlarını kullanarak teröristleri
ortadan kaldırmak, silahları ile birlikte adalete teslimiyetini
sağlamak zorundadır.
Ancak, böylesi bir tam teslim almanın hiçbir pazarlığa tabi olmaması,
kimsenin ipoteğine bırakılmaması, başkalarının insaf ve iznine tabi
olmaması şarttır.
Ne var ki, dün kortejler halinde ülkemize sınırdan giren üniformalı
terör temsilcilerinin; güvenlik kuvvetlerince teslime zorlanmış,
teslim olmaya mecbur kalmış çaresiz ve aldatılmış kişiler olduklarını
söylemek mümkün değildir.
1999 yılında da PKK teröristleri Türkiye'ye dönüş yaşamış, teslim
olanlar doğruca adalete verilerek mahkûmiyetleri sağlanmıştı.
Oysa bugün Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Kandil kadrolarıyla girdiği
pazarlığın verdiği cüret ve küstahlık, bu rezalette bütün çıplaklığı
ile ortaya çıkmıştır.
Kalabalık karşılama komitelerinin çadır kurarak, sözde marşlarla ve
sevinç çığlıkları altında yapılanlar AKP zihniyetinin eseri ve
sonucudur.
* Dikkat buyurunuz, alkışlarla karşılananlar Mekke-i Mükerreme'den
dönen hacı kafilesi değildir.
* Ya da alın terleriyle ekmeklerini kazanmak için gittikleri
yabancı ellerden kesin dönüş yapan gurbetçiler değildir.
* Milletini yabancı coğrafyalarda şerefle temsil etmiş Mehmetçik
birlikleri hiç değildir.
Bunlar, elinde bebeklerin, anaların, kadınların, şehitlerin kanı olan,
silahlarına masum binlerce vatandaşımızın kanı bulaşmış hain
teröristlerdir.
Teslim olmak için değil de İmralı Canisi'nin talimatıyla Türkiye'ye
dönenlere baktığınızda, AKP kadrolarının analarının namı hesabına
arkalarından gözyaşı döktükleri "kandırılmış çocuklara" benzerlikleri
var mıdır?
Bu yakada Mehmetçik silahı omzunda beklemektedir, öte yakada terörist
elinde silahı ile beklemektedir.
Hükümetin açılım adı verdiği rezalete hala kulak verenlere soruyorum:
* Son ihanet tablosunda, silahı kimin bıraktığını anlayanınız var
mıdır?
* Gelenlerde bir teslimiyet ve pişmanlık, bir suçluluk duygusu ve
milleten utanma ve mahcubiyet var mıdır?
* Dün yaptıkları katliamları yarın yapmayacaklarına dair bir
terbiye hali, ıslah işareti var mıdır?
Bu alçaklık tablosu, Başbakan Erdoğan'ın eseri ve sözde açılımın tipik
sonucudur. Hazmettirilmek istenen seri alçaklıkların birincisi budur.
Bu, PKK'nın teslim alınmasını değil, AKP'nin ülkemiz sınırlarında
teslim alındığını gösteren tarihi bir rezalet, ihanet ve melanet
tablosudur.
PKK Türkiye'ye değil, AKP PKK'ya teslim olmuştur. Durum bundan
ibarettir.
Yıllardır özellikle AKP ile birlikte sayısız zillete şahit olmuş bu
millet, ne üzücüdür ki "açılım" adı altında yürütülen pazarlıkların
geldiği noktayı, milli haysiyetin düştüğü seviyesizliği de görmek
durumunda kalmıştır.
Aslında bu gelişmeler bizim için sürpriz olmamıştır. AKP'yi tanıyanlar
için bu gelişme beklenen bir sondur ve işaretleri iki yıl önce
alınmıştır.
21 Ekim 2007 günü Dağlıca karakoluna yapılan saldırının ardından
Irak'a kaçırılan 8 Mehmetçiğin 4 Kasım 2007 tarihinde geri alınmasına
katkıda bulunanların oluşturduğu sevk zincirini hatırlayınız.
Kandil Kadroları, Barzani çeteleri, Irak İstihbaratı, Amerikalı
General ve subaylar, Türkiye'den bölücü refakatçiler ve AKP'den
teslimat memurları hazır bulunmuşlardı. Ve hepinizin bildiği gibi
bunlar yıllarca "bulmak imkânsız" diyerek Kandile gitmekten ısrarla
kaçınmışlardı.
İşte ABD, Barzani ve AKP'nin sözde bir türlü bulamadığı teröristlerin
öncü kafilesi ortaya çıkmıştır. Açılım sevdalısı Başbakanları ile
kucaklaşmak için gün saymaktadırlar.
Değerli Arkadaşlarım,
Elbette terör son bulmalı, şiddet ortadan kalkmalı, vatandaşımız huzur
ve emniyet bulmalıdır.
Bunun aksini savunmak ve söylemek mümkün değildir.
Ancak eline silah alarak ülkemizi bölmek için dağa çıkmış
teröristlerin bütün taleplerini, silahsız çözecekleri ortam
oluşturarak onlara kucak açmak dünyada görülmemiş bir uygulamadır.
Böylesi bir mantık garabeti ile ne Çanakkale savunulabilirdi, ne de
Milli Mücadele yapılabilirdi?
Anadolu'yu Yunanlıya bırakırdınız, İstanbul'u İngilize teslim
ederdiniz, böylece pürüzler ve sorunlar ortadan kalkmış ve AKP'nin
tanımındaki barış da sağlanmış olurdu.
Bugüne kadar sorunları çözmek adına onları yok sayan ve hatta sorunun
parçası haline gelerek teslim olan hiç bir ülkenin ayakta kaldığına
şahit olunmamıştır.
Özellikle Osmanlı İmparatorluğunun son yılları bunun örnekleri ile
doludur ve ders almak gerektir.
Gelişmeler yirmibeş yıldır Türkiye'ye musallat olan terör örgütünün
görevinin tamamlandığını, silahlı bölücülüğün silahsız olana devir
teslim yaptığını göstermektedir.
PKK'nın ve uzantılarının bütün tasavvurları artık AKP tarafından
temsil edilmektedir.
PKK'nın teröre başvurarak isteklerini dayatmasına gerek duyacağı şart
ve ortam kalmamıştır. Bütün istekleri Başbakan tarafından dile
getirilmektedir.
Sonuçta böyle olacak idiyse, 1984 yılında ilk silahlı eylem
başladığında ne ordu sevk etmeye lüzum vardı, ne de Mehmetçiğin,
polislerin ve korucuların yıllar süren fedakârca mücadelelerine.
Ne isteniyorsa verirdiniz, ne dayatılıyorsa teslim olurdunuz, ne
yapmayı arzu ediyorlarsa el sıkışırdınız, böylece aradan geçen
yirmibeşyıldaki kayıplarımız da gerçekleşmezdi.
Geriye kalana da Türkiye diyebilirsek, bir avuç toprak parçasında
haysiyetini kaybetmiş halde yaşıyor olurdunuz.
Bugün gelinen aşamada Türkiye'nin bölünmesi için PKK'ya ihtiyaç
kalmamıştır.
Başbakan bu projeyi gönüllü olarak okyanus ötesinden teslim almıştır.
Ayrıntıları görüşmek üzere de 29 Ekimde baş aktörle buluşacaktır.
AKP zihniyeti ve Başbakan Erdoğan Kandil Kadrolarının geride kalmış
bütün niyetlerini siyaset zemini içinde çözmeyi kafasına koymuş ve
bölücülüğün yeni liderliğine soyunmuştur. Ve bu konuda İmralı Canisi
ile rekabet ve işbirliği başlatmıştır.
Bu itibarla Kandil gezisinden dönen eli kanlı teröristleri kucaklama
ve affetme görevi Başbakan Erdoğan'a düşmektedir.
Başbakan'ın sebeplendiği bu yıkım projesi İmralı canisinin, terör
örgütünün Kandil'deki kadrolarının, etnik bölücü mihrakların Barzani
ve Talabani'nin etrafında kenetlendiği Türkiye'ye kefen biçme
projesidir.
Başbakan'ın hesabı ortadadır:
Teröristlere örtülü siyasi af çıkartılacak, Türkiye'de etnik
bölücülerin etnik kimlik ve dil eksenindeki taleplerini karşılayacak
bir siyasi çözüm süreci başlatılacak, bu süreçte askeri operasyonlar
asgari düzeyde tutulacak ve PKK teröristleri bu yolla dağdan
indirilecektir.
Bu aşamalarla, Türkiye, çok yakında yaşayacağı daha vahim gelişmelerle
Başbakanın ve AKP'nin foyasını görecek; kendisine huzur, esenlik,
refah ve onur kazandırsın diyerek bu zihniyete verdiği desteğin
pişmanlığını duyacaktır.
Ve tarihimizde göremeyeceğimiz bu alçalmanın adresi AKP, mihrakı
işbirlikçiler, odağı ise Başbakan Erdoğan olacaktır.
Değerli Milletvekilleri,
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki sorunlu ilişkiler ve sanal
müzakere sürecinin anatomisi niteliğini taşıyan 2009 İlerleme Raporu
geçtiğimiz hafta yayınlanmıştır.
Avrupa Birliği'nin Türkiye konusundaki önyargılı yaklaşımı, dışlayıcı
tutumu ve çarpık bakış açısı bu yılki rapora da aynen yansımıştır.
Bu yılki raporun en fazla dikkat çeken bir yönü, Başbakan Erdoğan'ın
takma ve sahte isimler arkasında saklamaya çalıştığı "Kürt açılımı"
adının Avrupa Birliği tarafından "Kürt sorununun çözümü" olarak doğru
biçimde konulması olmuştur.
Avrupa Birliği'nin 2009 raporuna da yansıyan bakış açısı;
* Etnik bölücülüğün demokratik bir hak ve özgürlük olarak koruma
altına alınmasını,
* Anayasa'nın değiştirilerek Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü
aleyhine faaliyet gösteren siyasi partilerin kapatılmamasını,
* Eğitim ve kamu hizmetlerinde iki dilli sisteme geçilmesini,
* Farklı etnik kökenlerin azınlık olarak kabulü ve Anayasa
güvencesinde kolektif haklara sahip olmasını öngörmektedir ve,
Başbakan Erdoğan ve hükümetinin ideal rapor olarak alkışladığı
maalesef budur.
Avrupa Birliği bunların yanı sıra;
* Rum ve Ermeni cemaat kurumlarına tüzel kişilik tanınmasını,
* Bu cemaatlerin dini kurumu olan Fener Rum ve Ermeni
Patriklerinin papaz ihtiyacının karşılanması için yeni kurumsal
düzenlemeler yapılmasını,
* Türkiye'nin Kıbrıs Rumlarını adanın tek meşru temsilcisi olarak
tanımasını,
* Kıbrıs sorununa AB üyesi Rumların bu konumuna uygun bir çözüm
bulunmasını,
* Kıbrıs Türkleri üzerindeki hukuk dışı ambargolar sürerken
Türkiye'nin tek taraflı olarak limanlarını Rumlara açmasını ve,
* Ege sorunlarının Yunanistan'ın istediği zeminde çözümüne razı
olunmasını istemektedir.
Başbakan Erdoğan ve hükümetinin olumlu, adil ve dengeli dediği raporda
bütün bu hususlar açık biçimde ortaya konulmuştur.
Bütün bunlara rağmen Başbakan'ın bu raporu adil bulmasının gerçek
nedenleri, AKP hükümetinin uzun vadeli düşünce ve hedeflerinde
aranmalıdır.
2009 yılı İlerleme Raporu'nda Başbakan'ın ne pahasına olursa olsun
geriye dönüşü olmadığını söylediği "Kürt açılımı"nın göklere
çıkarılması bu bakımdan tesadüf sayılamayacaktır.
Terör örgütü ve etnik bölücülerin siyasi gündeminin savunucusu olan
Avrupa Birliği, Başbakan'ın taşeronluğunu yaptığı bu yıkım projesini
bu nedenle tarihi fırsat olarak görmektedir.
Bu noktada Brüksel ile Cumhurbaşkanı Gül'ün tarihi fırsatları
örtüşmüş, Başbakan'ın tarihi dediği açılım da bunun ortak zeminini
oluşturmuştur.
Bundan cesaret alan Avrupa Birliği taciz boyutlarına taşınan müdahale
ve dayatmaları için uygun bir ortam bulmuş ve 2009 yılı raporunda
ortaya koyduğu taleplerle Başbakan'ın "Kürt açılımının" adeta yol
haritasını çizmiştir.
Amerika Birleşik Devletlerine yapacağı son gezide "Kürt açılımını"
görücüye çıkararak bu konuda tekmil verecek olan Başbakan'ın, Avrupa
Birliği'nin bu yol haritasını da aşamalı olarak hayata geçirmek
suretiyle Avrupalı kimliğini ispat etmesi beklenmelidir.
Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,
Açılan, saçılan ve sınırları gevşetmekle uğraşan AKP hükümeti, işi
ülkemizin bütün emniyet ve güvenlik duvarlarını yıkma noktasına kadar
getirmiştir.
Milli ve omurgalı bir politika izlemek yerine, bölgemizde başkalarının
hedeflerini gerçekleştirmek ve bu yolla göze girmek amacıyla ciddi bir
gayret sarf eden iktidar partisinin, asli ve öncelikli görevlerini
unutmuş olduğu görülmektedir.
Açılımların dağılmayla sonuçlanacağını göremeyen bir akıl tutulmasının
hâkim ve etkili olduğu bugünkü hükümet etme anlayışının, gerçek
anlamda yarınlarımızı ateşe atmaya çabaladığı gelişmelerden
anlaşılmaktadır.
Türkiye'nin huzur ve refahı, esenlik ve saadeti, özgüven ve gururu AKP
eliyle tahrip olmuştur.
Sokaklar öfkeli, haneler bitkin, dükkânlar boş, tarlalar bereketsiz,
tezgâhlar paslanmış haldedir.
Ve bunların yanı sıra, Türkiye'nin gelecek perspektifi zedelenmekte,
bağımsız ve hür yaşama idealinden hızla uzaklaşılmaktadır.
Sırnaşık ve tavizkar siyaset uygulamaları Türkiye'yi bir kördüğümler
ülkesi haline getirmiştir.
Demokrasiyi, milli konularda kapanmayacak yaralar açmakla eşanlamlı
gören AKP iktidarı, ekonomide de açık vererek, siyasetteki ve
diplomasideki alışkanlığını buradada sürdürmüştür.
Bugünkü şartlarda; dış ticarette, cari dengede ve bütçe dengesinde
milletimizin hayat şartlarını kötüleştirecek bir açık politikası
izleneceği anlaşılmaktadır.
Bunlar arasında bütçe dengesindeki açık, hükümetin yanlış tutum ve
uygulamalarından dolayı tehlike sınırını çoktan aşmıştır. Son
verilerle birlikte Ocak-Eylül arasında bütçe açığının geçen yıla göre
yüzde 747 arttığı görülmektedir.
Kamuoyuna açıklanan 2010 yılı bütçe kanunu tasarısı ise, önümüzdeki
yılda da sorunların ağırlığından bir şey eksilmeyeceğini
kanıtlamıştır.
Bu çerçevede; TBMM'nde ayrıntısıyla görüşülecek olan önümüzdeki yılın
bütçe büyüklüklerinden, giderlerin 286 milyar 928 milyon TL,
gelirlerin 236 milyar 794 milyon TL, bütçe açığının ise 50 milyar 134
milyon TL olacağı tahmin edilmiştir.
Öncelikle şunu kabul etmemiz lazımdır. 2010 yılı bütçesi krizden çıkış
bütçesi değil, krizi toplumsal tabana iyice yayacak olan bir bütçedir.
Bunun en somut göstergesi ise, bütçenin açıklar üzerine kurulu
olmasıdır. Krizden çıkışın işaretlerini verecek olan bir bütçenin
doğal olarak büyük açıklara konu olmaması gerekirdi.
İlgili bakanın söylediğinin aksine, hazırlanan 2010 Merkezi Yönetim
Bütçesi'nin bu haliyle; sosyal yönü olmayan, kamu görevlilerini
gözetmeyen, insanımızın sorunların altında ezileceğini adeta tescil
eden içeriğe sahip olduğu anlaşılmıştır.
Kaldı ki, kamu çalışanlarına yönelik önümüzdeki bir yıllık sürede
yüzde 5'lik zam yapılmasının açıklanması, kamu görevlileri için yine
değişen bir şey olmayacağını göstermiştir.
Akaryakıttan doğalgaza kadar yapılan zamlar, sağlıklı beslenebilmek
için gerekli olan et fiyatlarındaki son günlerdeki artışlar; kiradan,
ulaşıma, haberleşmeden giyim eşyalarına kadar birçok mal ve hizmetteki
pahalılık, kamu çalışanlarının maaşlarındaki komik artışın bir
manasının olmayacağını bariz olarak ortaya çıkarmıştır.
Ayrıca, maliye politikası hedefleri arasında yer alan, kamu
açıklarının tedrici olarak makul seviyelere çekilmesi hedefinin ise
yeni bir aldatmacadan başka bir anlamı bulunmamaktadır.
2008 yılında 17 milyar 69 milyon açık veren bütçenin, orta vadeli
programda ifade edildiği üzere; 2010 yılında 50 milyar TL, 2011
yılında 45,1 milyar TL, 2012 yılında ise 39,1 milyar TL düzeyinde açık
vereceği düşünüldüğünde, üç yıl sonra bile 2008 yılındaki açık miktarı
ikiye katlanacaktır.
Bütçe açığı artışı, borç stokunda yükselişe neden olacağından,
önümüzdeki süreçte başta iç borç miktarı olmak üzere, toplam borç
miktarı yükselen bir seyir izleyecektir.
Ayrıca, orta vadeli programda; bu yıl için dış ticaret dengesinin 35,5
milyar dolar, cari işlemler dengesinin 11 milyar dolar, merkezi
yönetim bütçe dengesinin ise 62,8 milyar TL açık vermesi
öngörülmüştür.
Her üç parametrede önümüzdeki üç yılda da değişen bir şeyin
olmayacağı, özellikle dış ticaret ve cari işlemler açıklarının hızla
artacağı anlaşılmaktadır.
Verilen bu açıkların, daha fazla emeğe, daha fazla alın terine, daha
çok vergiye ve artan yoksulluğa neden olacağını söylememiz abartılı ve
yanlış olmayacaktır.
Bu kapsamda, azalan refahın, artan sorunların kişi başına geliri
düşüreceği, fakirliğin düne göre bugün ve yarın daha fazla olacağı
ortadadır.
Değişen hesaplama yöntemine göre, 2008 yılında kişi başına düşen gelir
10 bin 372 dolar iken, bu rakamın 2009 yılında 1916 dolar düşerek 8
bin 456 dolar olacağı tahmin edilmektedir. Ne üzücüdür ki, 2012
yılında bile, 2008 yılındaki kişi başına düşen gelir rakamına ulaşmak
mümkün olmayacaktır.
2008 yılında 735 milyar dolar civarında olan GSYH'nın, ekonomideki
alaboradan dolayı 2009 yılında 608 milyar dolar düzeyinde
gerçekleşeceği öngörülmüştür. Yine aynı şekilde 2008 yılı milli gelir
rakamına, üç yıl sonra bile yetişebilmek imkân dâhilinde
görülmemektedir.
Bir yıl içinde, milli gelirde yaklaşık 130 milyar dolarlık azalmanın,
elbette AKP hanedanında yol açacağı bir sıkıntı, onlar açısından
endişe verici bir durum yaşanmayacaktır.
Bu kara tablonun faturasını her zamanki gibi esnafımız, çiftçimiz,
memurumuz, işçimiz ve emeklimiz ödeyecektir.
Değerli Milletvekilleri,
Türkiye ekonomisi; pusulasını kaybetmiş, dümeni kırılmış, kaptanı
olmayan bir gemi misali kriz kayalıklarına çarparak su almış ve batma
noktasına gelmiştir.
En belirgin problem alanlarının başında gelen işsizlik konusunda gözle
görülür ve hissedilir bir iyileşme, umut verici bir gelişme
yaşanmamaktadır.
Hala insanımız işsiz, piyasalar durgun, üretim düşük, yatırım
yetersizdir.
Açıklanan en son işsizlik verileri; geçen yıla kıyasla işsiz sayısında
842 bin artış olduğunu, tarım dışı istihdamda 314 bin, ücretli
istihdamında da 163 bin düşüş yaşandığını göstermiştir.
İşsizlik oranının, diğer dönemlere kıyasla nispeten düşük çıkmasının
arkasında en başta tarım kesiminde meydana gelen 364 bin kişilik bir
istihdam artışı bulunmaktadır.
Şehirlerde işsizlik oranı, kırsal kesimlere göre daha fazla olup yüzde
16 düzeyinde gerçekleşmiştir.
15-24 yaş arasındaki genç nüfustaki işsizlik sorunu daha endişe verici
olup yüzde 23,2 seviyesindedir.
Yüzbinlerce üniversite mezunu bugün iş beklemektedir. Yuva kurmanın,
kendi ayakları üzerinde durmanın ve topluma yararlı olmanın yollarını
aramaktadır.
Her fırsatta, Türkiye ekonomisinin ülkeler arasındaki sıralamasından
bahseden Başbakan Erdoğan, işsizlik sorununu çözmeden, çalışma istek
ve arzusunda olan kardeşlerimize hayatlarını idame ettirecek yeni iş
sahaları oluşturmadan ekonomideki gelişmeden bahsetmesi siyasi iki
yüzlülük olacaktır.
Doğrudur; Türkiye GSYH büyüklüklerine göre yapılan sıralamada 182 ülke
arasında 17'nci sırada yer almaktadır. Ancak, sıra kişi başına düşen
gelir rakamına geldiğinde, Türkiye 182 ülke arasında 63'üncü sıraya
gerilemektedir.
İşin içine yaşam beklentisi, yetişkinlerin okur yazarlık oranı, eğitim
ve sağlıktaki gelişmeler gibi faktörler girdiğinde, Türkiye'nin
ülkeler klasmanındaki yeri 79'uncu sıraya inmektedir.
Başbakan Erdoğan, özellikle işsizliğin üzerinden gelemediğini
defalarca kabul ederek, bu konuda yapabileceklerinin sınırlı olduğunu,
hatta daha ileri giderek, her üniversiteyi bitirenin iş bulacak diye
bir kuralı olmadığını söyleyerek milyonlarca genç evladımızı hayal
kırıklığına uğratmıştır.
Kendi mahdumlarına imrenilecek eğitim imkânlarını ve çalışma
şartlarını sağlayan Başbakan'ın, aynı ilgi ve desteği milyonlarca
evladımızdan esirgemesini kabul etmemiz, hoş görmemiz mümkün
olmayacaktır.
"Yoksul hanelere deva olmaya, üşümüş elleri ısıtmaya, sönmüş ocakları
yeniden yakmaya, düşenlerin elinden tutmaya gayret ettiğini" iddia
ederek, yoğun bir duygu istismarına teşebbüs eden Başbakan Erdoğan'ın
samimi ve dürüst olmadığı, gençlerimizin en tabii hakkı olan iş bulma
konusundaki yaklaşımından açıkça görülebilecektir.
Eğer, evinde sobası yanmadığı için titreyen elleriyle kalem tutmaya
çalışan kız çocuğunun hakkı sizin omuzlarında ise, evine ekmek götürme
derdine düşmüş, o kız çocuğunun karnını doyurması gereken babaya iş
bulmakta sizin sorumluluğunuzdadır.
Bir kap sıcak çorbaya muhtaç yaşlı teyzeyi eğer gerçekten
düşünüyorsanız, çocuğunun bir işe sahip olmasını sağlamayı da görev
olarak görmeniz gerekmektedir.
Milliyetçi Hareket Partisi; ekmekle soğanı katık yapan, bir tas
çorbaya şükreden, cebinde olmadığı zaman hayır dileyen, olduğu zaman
şımarmayan, siftahı müşteriden, bereketi Allah'tan bekleyen,
mütedeyyin, sabırlı, kanaatkâr insanımızın daha fazla istismar
edilmesine asla rıza göstermeyecektir.
Öncelikle hayatın normal ve rutin sorunlarının çözülmesini isteyen,
mutlu ve gülen bir yüzle, kimseye muhtaç olmadan hayat geçirme
niyetinde olan milyonlarca insanımızın daha fazla aldatılmasına,
kandırılmasına geçit vermeyecektir.
AKP'nin kurduğu kumpaslarla örülü, sorunlarla yüklü, yoksulluk ve
işsizlikle çevrili düzenini yıkmaya da sonuna kadar uğraşacaktır.
Bu sözlerim sarsılmaz bir inancın, büyük bir kararlığın hülasası
şeklinde görülmeli ve öyle anlaşılmalıdır.
Konuşmama son verirken hepinizi bir kez daha saygılarımla
selamlıyorum.
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
20 Ekim 2009