Neden Fes ? Neden Şimdi ? |
FES’İN TARİHÇESİ:
Fes, tepesi düz, kesik koni biçiminde, sipersiz başlıktır. Keçe ya da çuhadan yapılır.
Tepesindeki daire biçimindeki düz bölüme tabla denir. Tablanın ortasındaki deliğe 2- 2,5 cm. uzunluğunda ince bir boruya benzeyen ibik eklenir, bunun ucuna da ipek ya da ibrişimden püskül bağlanır.
Fes, yaygın olarak kullanılan kırmızı rengini kızılcık boyasından alır. Bununla birlikte hemen hemen her renkte ve desende fes üretilmiş; hünnabi, nar çiçeği, vişne çürüğü, güvez, siyah ve beyaz renkte fesler de giyilmiştir.
Müslümanlar tarafından giyildiği kabul görmesine rağmen Fes, tarihte hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar tarafından kullanılmıştır.
(SS. Waffren Dağ Tümeni Handschar’a Bağlı Boşnak Askerler)
(Bulgar isyancıları 1900’lerde)
(Kartpostalın kenarında ‘Grek kenti Selânik’te Şehir Kıyafetleri’ yazıyor)
FES’İN OSMANLI TOPLUMUNDA KULLANILMAYA BAŞLANMASI
Osmanlı toplumunda “Fes” kullanımı konusuna girmeden önce, Tarihî bir belgeyi hatırlamak gerekir.
İngiliz coğrafyacı Richard Hacluyd’un 1589’da yayımlamaya başladığı “The Principall Navigations, Voiges and Discoveries of The English Nation” (İngiliz Ulusu’nun Belli Başlı Deniz Seferleri, Gezileri ve Keşifleri) isimli sekiz ciltlik çalışmasında, 1583 yılında İstanbul’a İngiliz Elçisi olarak gelen Sir William Harborne’a Kraliçe Elizabeth’in verdiği bir talimattan söz ediliyor.
Buna göre, Kraliçe Elizabeth, politik faaliyetlerinin yanı sıra Elçi’nin Türkiye’de bazı ticarî ve teknik olguları öğrenmesi ve İngiltere’ye getirmesi; ayrıca Cezayir ve Tunus’ta ‘Bonettos Colorados Rugios” (Kırmızı Renkli Başlık) adı verilen ‘kenarsız bir tür kırmızı İskoç başlığı’ için Türkiye’de Pazar bulması, isteniyor.
Bu konuyu dile getiren Sayın Cengiz Özakıncı, şu soruyu sormaktan kendini alamıyor: “Acaba fes İngilizler tarafından mı Türk ülkelerine getirilmiştir?”
Fes kelimesinin sözcük kökeni bakımından Kuzey Batı Afrika’daki Fas’ın Fez şehriyle ilgili olması, 1856’da Fas’ın İngiltere’ye geniş ticari ayrıcalıklar tanıması, bunun böyle olduğu olasılığını güçlendirmektedir.
Türkler fesi ilk kez 16 ncı yüzyılda Cezayirli gemiciler aracılığıyla tanıdılar.
İstanbullu kadın kıyafetlerinde de 16 ncı yüzyılda fes moda olarak kullanılmaya başlandı.
Fes’in Osmanlı Devleti’ne resmi olarak girişi 2 nci Mahmut (1808- 1839) dönemine rastlar.
“Vak’a-i Hayriye” olarak adlandırılan Yeniçeri ayaklanmasının bastırılmasından üç gün sonra, 18 Haziran 1826’da “Asakir-i Mansure-i Muhammediye”’nin kurulacağı duyurulmuş, 7 Temmuz 1826 tarihli kanunnameyle de yeni ordunun kadrosu ve örgütü belirlenmişti. Askere çağdaş bir eğitim verebilmek için Davutpaşa, Rami, Selimiye ve süvariler için de Kuleli kışlaları yaptırılmıştı. 2 nci Mahmut, yeni ordunun kıyafetlerinin de, eski sistemden farklı ve daha çağdaş olmasını istiyordu.
Yeni askerlere ilk etapta Yeniçeriler tarafından hiç kullanılmamış ve sarayda hizmet eden bostancılara has “Şubara” (ya da Şobara) denilen yuvarlak tepeli ve dilimli çuhadan yapılmış bir başlık giydirilmesi benimsendi. Bostancıların başlıklarından farklı olması amacıyla, bu şubaraların üzerine sarık sardırıldı ve 1827 ortalarına kadar bu şekilde gelindi. Ancak bu başlıklar yağmurlu havalarda çok çabuk deforme oluyordu.
Rum isyanından dönen Kaptanıderya Koca Hüsrev Paşa, 1827’de donanmasıyla İstanbul’a geldiğinde, (Müslüman olarak Osmanlı hizmetine giren yabancı bir subayın önerisiyle, Tunus’tan getirttiği fesleri giydirdiği ) fes taşıyan gemicileri büyük ilgi uyandırdı.
Şubaralara göre çok daha muntazam, pratik ve kullanışlı olan fesleri giyen askerleri bir Cuma selâmlığından sonra gören 2 nci Mahmut, askerlerin kıyafetlerini özellikle de feslerini çok beğenince, Asakir-i Mansure-i Muhammediye askerlerinin de fes giymesi kararlaştırıldı.
Bu sırada tüm Osmanlı Devleti’nde bir kılık kıyafet karmaşası vardı, özellikle de zimmilerin kıyafetleri toplum içinde farklılık yaratıyordu.
Osmanlıda Müslüman olmayan ehl-i kitap kişilere “Zımmi” adı veriliyordu..
Osmanlı egemenliği altındaki zımmîler, mezhep ya da dinlerine göre gruplandırılmış ve bu gruplara “millet” adı verilmişti. “Millet”, Osmanlı Devleti’nde dinî topluluklarının ismiydi. Osmanlı Devleti’nde “Rum Milleti”, “Ermeni Milleti”, “Yahudi Milleti” vardı. Rum ve Bulgarlar eğer Ortodoks iseler Rum milletinin üyesi sayılırken, Ermeniler Protestan ya da Katolik oluşlarına göre farklı milletlere bölünmüşlerdi. Hâkim ve yönetici sınıf olan Türkler, Araplar ve Arnavutlar gibi Müslüman’dılar ve kendilerini “Osmanlı” olarak adlandırmışlardı.
Osmanlı Devleti’nde Müslüman olmayanları Müslümanlar içinde eritme politikası izlenmedi ama, farklılıkları hep vurgulandı.
Örneğin, 1724 tarihli bir fermanla inşa edilecek evlerin yüksekliği saptanırken, Müslümanlar için daha yüksek zimmiler için daha alçak bir sınır konmuştu.
3 ncü Selim ise, zimmilerin evlerinin siyaha boyanmasını, Müslümanların evlerini siyah boyamamaları böylece zimmi evlerinin belirli olmasını istemişti. Fermana göre bu evlerin Müslüman evlerine bakan pencereleri de olmayacaktı.
Zimmilere kıyafetleri açısından Osmanlı toplumunda İslâm hukukuna uygun olarak çeşitli kısıtlamalar da getirilmişti.
Çeşitli zimmi topluluklar farklı renkte elbise giyip başlık takmak zorundaydılar.
Müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi.
İstanbul Kadısı’nın 1580 tarihli bir hükmünde Hıristiyanların sarık sarmalarının yasak olduğu hatırlatılarak Yahudilerin elbiselerinin ketenden olacağı bildirilmişti. Zimmilerin bazı kumaş ve kürklerden elbise giymeleri, sarık sarmaları çeşitli fermanlarla yasaklanmıştı.
1568 tarihli bir fermanda Hıristiyanların yakalı kaftan, kıymetli kumaştan özellikle ipek elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı.
Zimmiler hamamlarda farklı havlu alırlar, takunya da giymezlerdi.
1630 tarihli bir fermanda İstanbul’daki zimmilerin samur kürk, kalpak, atlas elbise giymeleri, ata binmeleri, kadınların Müslüman tarz ve kıyafetinde giyinmeleri, ferace ve yaşmak takmaları; 1766 tarihli bir fermanla da Yahudilerin Hıristiyanlara ait renkte ve Müslümanlara ait kalitede kumaş ve kürk giyip, ata ve izinsiz kayığa binmeleri yasaklanmıştı.
2 nci Mahmut, “ Ben tebaanın Müslüman’ını camide, Hıristiyan’ını kilisede, Musevi’ sini de havrada fark ederim. Aralarında başka güna bir fark yoktur“ diyerek tüm vatandaşları her bakımdan eşit kabul ederken, çağdaşlaşma yolunda da önemli bir adım atarak kılık kıyafeti düzenledi.
2 nci Mahmut’un bu kararı özellikle din adamları tarafından “fes giymek dinen caiz değildir” denerek tepki gördü.
2 nci Mahmut, zimmiler ve Müslümanlar arasındaki kıyafet farkını ya da daha doğrusu görünüş farklığını ortadan kaldırarak bir “Osmanlı Milleti” yaratma düşüncesindeydi.
Çağdaşlaşma açısından kıyafet konusunun başka bir anlamı, “tebaanın eşitliği” siyaseti ile ilgilidir. “Kıyafet Devrimi”, Müslüman olmayan tebaanın başlarına, vücutlarına, ayaklarına giydikleri giysilerin biçim ve renk bakımından Müslümanlarınkinden farklı olması geleneğine son verdi. Müslümanlar ile eşit olma düşüncesi zimmiler arasında büyük kabul gördü ve böylece Müslümanlardan farklı görünmek kompleksinden kurtuldular.
2 nci Mahmut, özellikle dinci kesimler tarafından “dinsiz” diye suçlanmasına rağmen, fes, kısa zamanda tüm ülkede yayıldı.
Fes giyilmesi resmen kabul edildikten sonra Kıyafet Nizamnamesi’ne fes ile ilgili bir takım hükümler kondu. Buna göre kara askerini deniz askerinden ayırt edebilmek için Asakir-i Mansure-i Muhammediye askerlerinin feslerine eğri sarık sardırılması, ulema da dahil olmak üzere tüm devlet memurlarının fes giymesi karara bağlandı. Ancak memurların askerlerden ayrılması için feslerine hiçbir şey sarmamaları, yani “dal fes” giymeleri öngörüldü. Sadece ilmiye sınıfından olanların fes üzerine beyaz tülbent sarmaları bir imtiyaz olarak kabul edildi.
Ancak muhafazakâr çevrelerin “Dal Fes”, yani sarıksız fes giymenin dinen pek caiz olmadığını öne sürüp kargaşa çıkarmaları üzerine askerlerin “Dal Fes”, esnaf ve halkın sarıklı fes giymelerini içeren yeni bir düzenlemeye gidildi.
Önce Tunus’tan ordu için 50 bin kadar fes ithal edildi.
Bir taraftan da fesin kendi sınırlarımızda imali için İzmirli Katipzâde Mustafa Efendi Fes Nazırlığı’na getirildi.
Daha sonra 2 nci Mahmut, bir fermanla İzmit’te “Dinkhane” adı altında bir fes yapım atölyesinin açılmasına izin verdi.
Kadınların kullandıkları fesler erkeklerinkinden daha gösterişli olurdu.
Fes kullanımı arttıkça, fes yapım atölyeleri arttığı gibi yurt dışından fes ithali de arttı.
Zamanla fes, bir İslâm giysisi durumuna geldi, Osmanlılığın bir sembolü oldu.
Fes, Osmanlı Devleti’nde, yaygınlaşmasından yasaklanmasına kadar geçen 100 yıla yakın sürede renk, biçim ve kullanış bakımından çeşitli değişikliklere uğradı.
2 nci Mahmut dönemi fesleri: altı dar, üstü geniş, üzeri ipek mavi püskül örtülü, arkaya gelen püskülün üzerinde de oymalı kâğıttan bir süs takılıydı.
Sultan Abdülmecit döneminde ( 1839- 1861), 2 nci Mahmut döneminin tersine altı geniş, üzeri dar sahan kapağı şeklinde, kulak hizasına kadar uzanan siyah püsküllü fes moda oldu.
Abdülaziz döneminde ( 1861- 1876) “Aziziye” denen basık ve altı geniş fes;
( Sultan Abdülhamit’in Fesli Resmi)
2 nci Abdülhamit döneminde ( 1876- 1908) uzun ve kalıplı fes modaydı.
Feslerin şekilleri ait oldukları padişah dönemine atfen “Mahmudiye”, “Mecidiye”, Aziziye”, “Hamidiye” şeklinde isimlendirilirdi.
Önceleri yalın olarak giyilen feslere zamanla mendil, çevre, tülbent benzeri şeyler dolanır oldu. 2 nci Abdülhamit zamanında feslerin çevresine tablasından kenarına kadar düzgün sarık sarmak adet oldu.
Fesin giyiliş tarzı, kişilerin toplum içindeki yerini de belli ediyordu.
Ahmed Rasim eskiden kullanılan fesler hakkında şunları belirtmektedir:
“Bunlar ‘Ali Kurna’ denilen Tunus fesleriyle İskender, Davud Vezir, Pinel, Polti, Vayl, Fırt, Bol Fırt, Koehler, Çifte Pehlivan, Volpning, Kibarlara Mahsus, Prömiyet Kalite ve en son Şıllık Hereke adlarıyla meşhurdur.
Koyu mor, siyah fesler, domates burun, yumurta ökçe yarım jotinler ile kopuk alayı arasında kıyafet bakımından bir yakışıklılık meydana getirirdi. Şimdi kullanılmayan Dar Bey Oğlu 2 numara olup çeşitleri arasında Hamidiye, Büyük Hamidiye, Aziziye, Tam Zuhaf, Yarım Zuhaf, Efendi Biçimi, İzmir Biçimi adlarında olanlar vardır.”
OSMANLI’DA ŞAPKA TARTIŞMALARI
kılık kıyafetin modernizasyonuyla ilgilendiler.
Sultan Abdülhamit, 1903’te Süvari ve Topçu alaylarına kalpak benzeri başlıklar giydirdi. Ulema ve bazı din adamları bu sefer de fesin din ve iman sembolü olduğunu ileri sürerek, bu yeni başlığa itiraz ettiler.
19 ncu yüzyılda Batılılaşma hareketlerine paralel olarak “Şapka” da sosyal hayata sızmaya başladı. Özellikle Avrupa’ya gidenler şapkayı topluma taşıdırlar. Özellikle Selânik, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde şapka çok çabuk benimsendi. Osmanlı’da şapka, 2 nci Meşrutiyet’in ilânından sonra gündeme gelmeye başladı.
Şapkaya en büyük tepkiyi 2 nci Abdülhamit gösterdi. Abdülhamit, şapka giymeyi yasakladı ve şapka giymekte ısrar eden memurları da cezalandırdı.
2 nci Meşrutiyet’ten sonra feslerin ön tarafına ay- yıldız çeşidinden armalar koymak moda haline geldi. Bunun öncüsü de Enver Paşa’ydı.
Enver Paşa, 1 nci Dünya Savaşı’nda, askerlere “Kabalak” adı verilen bir başlık giydirdi.
Bosna Hersek’in Avusturyalılar tarafından ilhakından sonra, Türk halkı, Avusturya’ya yönelik tepkisini Avusturya’dan satın alınan fese yöneltti. Büyük şehirlerde “fese hayır” mitingleri düzenlendi.
Avusturya’dan ithal edilen fese ambargo uygulanması, Anadolu’da üretilen “Kalpak” kullanımına ilgiyi arttırdı.
MİLLİ MÜCADELE’DE KALPAK KULLANIMI
Kalpak, Kurtuluş Savaşı yıllarında Türk bağımsızlığının ve Anadolu direnişinin simgesi haline geldi. Kuva-yı Milliye denince akla önce “Kalpak” hatırlanır oldu.
1920 yılından itibaren “fes”in hilâfeti, saltanatı ve mandacı zihniyeti; “kalpak”ın ise Kuva-yı Milliye’yi ve bağımsızlığı simgelediği kabul edildi.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE FES KULLANIMININ YASAKLANMASI
Cumhuriyet’in ilânından sonra “kalpak” ın yerini “Şapka” aldı.
2 nci Mahmut döneminden beri giyilmekte olan fesin 4 Nisan 1922 tarihinde Bursa Mebusu Operatör Emin Bey’in verdiği takrirle kaldırılması tartışmaları başladı.
ATATÜRK, “Şapka” nın giyilmesinin din açısından doğru olmadığı öne sürenlere “Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapka giymez neden olmaz?” sorusunu yöneltiyordu.
Meclis’te zaman zaman bu tartışmalar çok sert geçti. Nihayet 1925 yılında 671 sayılı Şapka Giyilmesi Hakkındaki Kanun ile şapka ve kasket, Türk Ulusu’nun öz malı oldu..
Bu surette ATATÜRK tarafından yüzyıllardan beri devam eden başlıklara ilişkin toplumun fertleri arasında görülen karışıklık standarda bağlandı. Türk insanı çağdaş insana yakışacak surette giyinmeye başladı.
Şapka kanunu vatandaşın giyim- kuşamı ile ilgili değil, sadece başta TBMM üyeleri, bilcümle Devlet memurları ve müstahdemlerinin şapka giymek zorunda olduklarına amirdir.
Şapka Kanunu” diye bilinen (25 11.1925 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun) sadece “ Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idare-i umumiye ve hususiye ve mahalliyeye ve bilumum müessesata mensup memurin ve müstahdemin Türk milletinin iktisa etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir” diyerek memur ve müstahdemlere ait hükümler getirmiştir. Yani, bu hususta karar verecek hâkimler dâhil, bilcümle memurlar, Milletvekilleri ve devlet dairelerindeki müstahdemlerin şapka giymekle yükümlü oldukları açıktır.
Fakat bildiğiniz gibi, bu kişilerden büyük kısmı şapka giymedikleri bir yana; kanunda cezası olmasına rağmen, takibata da uğramamaktadırlar. Bu mecburiyete uymayanlar hakkında 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 222 nci Maddesi’nin getirdiği hüküm şudur:
"(1) 25.11.1925 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanunla, 1.11.1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanunun koyduğu yasaklara veya yükümlülüklere aykırı hareket edenlere iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilir."
Kurtuluş Savaşı sırasında Türk askerinin başlığı “Fes” i andırıyordu.
Savaştan sonra Şapka Kanunu ile birlikte, askerin başlığı da değişti, gözleri güneşten koruyacak şekilde siperli şapkalar giyilmeye başlandı.
Böylece, Fes’in Anadolu topraklarındaki macerası 1925’te çıkarılan Şapka Kanunu ile son buldu.
Fes geldiğinde muhalefet eden muhafazakâr çevreler, bu defa da fesi çıkarmamak için muhalefet ettiler.
Fes’e
tepkiler “Din Örtüsü” altında gelmişti;
ATATÜRK, “şapka giymekle kimse dinini değiştirmez; din ile şapka arasında bir bağlantı yoktur” derken;
“Müslümanlar dinlerine, kalpleriyle ve dilleriyle olduğu kadar, feslerin sarığı ve püskülü ile bağlı olmalıdır. Bu bağı bozman, düpedüz dinsizliktir, küfürdür” diyen (aynı zamanda Kuva-yı Milliye’ye karşı bildiriler hazırlayan Teâli İslâm Cemiyeti üyesi olan) din adamları ortaya çıktı.
Mahmut Esat Bozkurt, “şapka dine aykırı” diyenlere ve şapka devrimini gereksiz bulanlara şu anlamlı sözlerle yanıt verdi:
“Gerçi fes giymek mesele değildir. Fakat mesele bir kutsallık veren, onu çıkarıp atmayı mukaddesata hakaret sayan zihniyettir.”
GÜNÜMÜZDE FES KULLANIMI
Osmanlı Devleti’nde 100 yıla yakın bir süredir kullanıldığı için, yabancı ülkelerde Osmanlı ya da Müslüman denilince akla fes gelmektedir. Günümüzde Türkiye’deki uygulamalar da yabancıların Türk imajı denince akıllarına “Fes” gelmesine neden olmaktadır. Amerika’da ya da Avrupa ‘da pek çok kişi, Türkiye’de yaygın olarak kadınların çarşaf giydiği, erkeklerin de fes taktığı kanısındadır. Yabancı ülkelerdeki karikatürlerde, Türkler daima fesli olarak gösterilmektedir.
Günümüzde Türkiye’de fes, (kanaatimce) hem turistik, hem de siyasi amaçlı kullanılmaktadır.
Turistik yerlerde dondurmacılar, turistik kafelerdeki garsonlar, ramazanlarda davulcular, vb. fes giymektedir. Pek çok kentte yapılan ramazan şenliklerinde de ne ilgisi varsa, “Fes” giyilmektedir.
ATATÜRK devrimlerini ve Cumhuriyet değerlerini benimsemeyenlerin, Osmanlı özlemi içinde olanların özellikle fes giydiklerini görüyoruz. Bu kişilere göre Fes, Osmanlı’yı simgelemektedir. Ne var ki, Osmanlı tarih sahnesinden silinmiştir, bir daha meydana gelmesi de mümkün değildir. Ayrıca fes, ne dinî ne de millî bir giysidir!..
ATATÜRK, “Şapka” yı bir başlıktan çok, hür fikir ve düşüncenin sembolü olarak kabul etmişti; bu devrimle kafanın içindeki batıl inançları söküp atmak istemişti.
Günümüzde, ATATÜRK ilke ve devrimlerini benimsemiş birinin “Fes” giymesi mümkün değildir.
Tam burada aklıma gelen küçük bir örneği bu satırları okuyanların da hatırlamasını isterim.
Fenerbahçe Futbol Takımı’nın bir dönem Teknik Direktörlüğünü yapan Daum’a, gittiği bir tatil yöresinde Fes giydirmek istediklerinde Daum, “ATATÜRK fesi kaldırdı, ben fes giymem” diyerek fes giymeyi reddetmişti.
SON SÖZ:
ATATÜRK’ün dediği gibi, “mesele başlık değil, baş meselesidir.” Başın dışı değil, içi önemlidir. Ancak, çoğu zaman başın dışı, başın içinin ne olduğunu gösterir.
KAYNAKLAR: 12 nci
Basım, Otopsi Yayınları, İstanbul,, 2007 Yeditepe Yayını, İstanbul, 2011. Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1946. Niyazi BERKES,
"Türkiye’de Çağdaşlaşma", İstanbul, 2003 Sümerbank Yayını, Ankara, 1967.
THY Fesli Hostes Giysi Tasarımları)
(NOT: 2 nci Mahmut’un kılık- kıyafet devrimi ile ATATÜRK’ün kılık- kıyafet devrimi ayrı birer inceleme konusudur. Bu nedenle sözü edilen konularda ayrıntıya girilmemiştir.)
(Ahmet AKYOL, 18 Şubat 2013) |