12 SUBAT 2009 PERSEMBE GUNLU GAZETELERDEN BASINDA YARGI HABERLERI

8 views
Skip to first unread message

Metin OZDERIN

unread,
Feb 12, 2009, 11:01:40 AM2/12/09
to OZDERIN AVUKATLIK BUROSU, [ O Z D E R I N ]
 

12 SUBAT 2009 PERSEMBE GUNLU GAZETELERDEN BASINDA YARGI HABERLERI

 

 

 

 

 

 

 Resmi Gazete’de Bugün

 

       12   Şubat 2009 Tarihli ve 27139 Sayılı Resmî Gazete   

                                                     MEVZUAT

YÜRÜTME VE İDARE BÖLÜMÜ

 

MİLLETLERARASI ANDLAŞMA

—  Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası ile Akdedilen İstanbul Belediye Altyapı Projesi Konulu Kredi ve Garanti Anlaşmaları ve Ek Mektuplar

 

CUMHURBAŞKANLIĞINA VEKÂLET ETME İŞLEMİ

—  Cumhurbaşkanlığına, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Köksal TOPTAN'ın ve Daha Sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Vekili Nevzat PAKDİL’in Vekâlet Etmesine Dair Tezkere

 

BAKANLIKLARA VEKÂLET ETME İŞLEMİ

—  Devlet Bakanı Kürşad TÜZMEN’e, Ulaştırma Bakanı Binali YILDIRIM’ın Vekâlet Etmesine Dair Tezkere

—  Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul GÜNAY’ın Vekâlet Etmesine Dair Tezkere

 

YÖNETMELİKLER

—  Bitki Koruma Ürünlerinin Reçeteli Satış Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik

—  Motorlu Araçlar ve Römorkları Tip Onayı Yönetmeliğinde (98/14/AT) Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik

—  Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Federasyon Başkanları Seçim Yönetmeliği

—  Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Sponsorluk Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik

—  İnönü Üniversitesi Zorunlu ve İsteğe Bağlı Yabancı Dil (İngilizce) Hazırlık Sınıfları Eğitim-Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik

 

TEBLİĞLER

—  Katma Değer Vergisi Genel Tebliği (Seri No: 112)

—  Finansal Araçlar: Sunuma İlişkin Türkiye Muhasebe Standardı (TMS 32) Hakkında Tebliğde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Tebliğ (Sıra No: 139)

—  Finansal Tabloların Sunuluşuna İlişkin Türkiye Muhasebe Standardı (TMS 1) Hakkında Tebliğde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Tebliğ (Sıra No: 140)

—  Finansal Araçlar: Açıklamalara İlişkin Türkiye Finansal Raporlama Standardı (TFRS 7) Hakkında Tebliğde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Tebliğ (Sıra No: 141)

—  Finansal Araçlar: Muhasebeleştirme ve Ölçmeye İlişkin Türkiye Muhasebe Standardı (TMS 39) Hakkında Tebliğde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Tebliğ (Sıra No: 142)

—  Türkiye Finansal Raporlama Standartları Yorumları Hakkında Tebliğde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Tebliğ (Sıra No: 143)

—  İştiraklerdeki Yatırımlara İlişkin Türkiye Muhasebe Standardı (TMS 28) Hakkında Tebliğde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Tebliğ (Sıra No: 144)

—  İş Ortaklıklarındaki Paylara İlişkin Türkiye Muhasebe Standardı (TMS 31) Hakkında Tebliğde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Tebliğ (Sıra No: 145)

 

YARGI BÖLÜMÜ

 

YÜKSEK SEÇİM KURULU KARARI

—  Yüksek Seçim Kurulunun 10/2/2009 Tarihli ve 115 Sayılı Kararı


 Hukukçular soruşturma başlatılmasını istedi
Hukukçular, Eruygur un ses kaydına soruşturma başlatılmasını istedi 
 

Emekli Orgeneral Şener Eruygur un eşi Mukaddes Eruygur a ait olduğu iddia edilen ses kaydına hukukçulardan tepki geldi.


Hukukçular, Adalet Bakanlığı nın Mukaddes Eruygur un 12. ve 14. mahkemeler bizdendir sözüne inceleme başlatması gerektiğini söyledi.


Konya Eski Baro Başkanı Avukat Hasip Şenalp, internete de düşen bu konuşmanın hukuki vicdanı kanatan bir konuşma olduğunu vurguladı.


Sözü geçen kişilerle ilgili soruşturma başlatılması gerektiğini ifade eden Şenalp, `Eğer bu durum ayyuka çıkartılmazsa hukuka olan güven kamuoyu nezdinde sarsılacaktır. Özellikle orada vurgulanan bizden tabiri ise çok yanlış bir ifadedir. Bu nedenle Eruygur hakkında düzenlenen rapor yokmuş gibi davranılmalı ve dava yeniden ele alınmalı.` dedi.


Ses kaydının kamuoyunda hukuka ve yargıya olan güven duygusunun sarsılmasına sebep olduğunu belirten avukat Mehmet Şimşek ise, ses kayıtlarında geçen bazı mahkemeler bizden bazı mahkemeler başkalarından sözlerinin kabul edilmesinin mümkün olmadığını ifade etti.


Hukukun, milletin her bir ferdine gerekli olduğuna dikkat çeken Mehmet Şimşek, `Yargı organlarının bu şekilde siyasallaştırılmasının kimseye faydası yoktur. Yargının siyasallaştırılmasının acı sonuçlarını millet olarak öderiz. Bu beyanların öncesinde ses kaydında adı geçen Ergenekon sanıkları hakkında tahliye kararı verilmesi de oldukça manidardır. Yargının bu şekilde yıpratılmasına karşıyız. Yargının yıpratılmaması için de yargı mensuplarından gerekli hassasiyeti göstermelerini talep ediyoruz.` şeklinde konuştu.


Basın yayın organlarında yer alan ses kayıtlarının hukuk ve adalete olan güveni sarstığının altını çizen avukat Ahmet Bal da, ses kayıtlarının mutlaka araştırması gerektiğini aktardı.


Bal, ses kaydında yer alan bazı sanıklara tahliye kararı verilmesinin ise kafalarda şüphe bıraktığını sözlerine ekledi.


2009-02-12 


 Yargıtay`dan sabit ücrette son
Türk Telekom`un sabit ücret uygulaması hakkında bir abone tarafından açılan dava temyize gitti ve Yargıtay kararını verdi.
 
Türk Telekom Kilis Başmüdürü Hüseyin Sedat Akdemir, Türk Telekom`un sabit ücret uygulaması hakkında basın yayın organlarının kamuoyunu yanlış bilgilendirdiğini belirtti.


Akdemir, `Sabit ücret konusunda yaşanan son hukuki gelişmenin ve sabit ücret konusundaki nihai ve emsal nitelikteki yargı kararının kamuoyuyla paylaşılması zorunlu hale gelmiştir. Türk Telekom`un sabit ücret uygulaması hakkında bir abonemiz tarafından açılan davada alınan kararın şirketimizce temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay tarafından yapılan mdeğerlendirme sonucunda, sabit ücretin yasal ve haklı bir uygulama olduğu teyit edilmiş, böylece şirketimizin bu konudaki uygulamasının haklılığı daha önce verilmiş olan kararlar doğrultusunda bu konudaki en üst yargı makamı olan Yargıtay tarafından hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde bir kez daha herkesi bağlayıcı şekilde karara bağlanmıştır.


Söz konusu kararda özetle sabit ücretin, herkesin makul bir ücret karşılığında telekomünikasyon hizmetlerinden ve altyapısından eşit şekilde yararlanmasının sağlanması için alınması gerektiği, Yasa ile belirlenen bir ücret olduğu, Telekomünikasyon Kurumu tarafından onaylanan tarifenin bir parçası olduğu, Türk Telekom tarafından yapılan enerji tüketimi, teknik donanım, bakım ve yönetim gibi masrafların karşılığı olduğu, Sabit ücret uygulamasına yurtdışındaki telekomünikasyon firmalarınca da başvurulduğu, gerekçeleri ile haklı ve hukuka uygun olduğu belirtilmiştir.


Yargıtay`ın söz konusu kararında ayrıca, sabit ücret alınmaması durumunda çok telefon kullanandan sabit masrafları da karşılayacak şekilde aşırı derecede yüksek ücret alınması, az veya hiç telefon kullanmayanlardan ücret alınmaması buna rağmen her iki grubunda telefon hattının her an kullanıma hazır halde bulundurulması anlamına gelir ki bu durum aboneler arasında adaletsizlik yaratacağı ve bu sonucun hakkaniyete uygun olmadığı gerekçesiyle telefon abonesi olan herkesin, hiç başkalarını aramasa, telefonla hiç konuşmasa dahi, hattın kendisine tahsis edilip bağlı kalması, her an başkalarının araması veya başkalarınca aranarak konuşması için hazır bulundurulması karşılığında bir sabit ücret ödenmesinin hukuka uygun olduğuna hükmedilmiştir.


Yüksek mahkeme tarafından, sabit ücret hususunda belirtilen yasal dayanaklar göz önünde bulundurularak, daha önce Türk Telekom aleyhine sonuçlanan ve sabit ücret alınmaması yönünde verilen mahkeme kararının Türk Telekom lehine bozulmasına karar verilmiştir. Bu itibarla sabit ücret uygulamasının hukuka uygunluğu konusunda Yargıtay tarafından konuya son nokta konulmuş olup bu konuda artık herhangi bir şüphe bulunmamaktadır. Türk Telekom`un sabit ücret uygulamasının haklılığı ve hukukiliğini teyit eden bu karar bu konuda yapılacak tüm başvurula emsal teşkil edecektir` dedi.


İHA


 Taraflara sulh olma imkanı


Kötü niyetli veya hiçbir hakkı olmadığı halde dava açan taraf, yargılama giderlerini ve diğer tarafın ücretini ödeyebilecek.
 

TBMM Adalet Komisyonunda, 458 maddelik Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısının, bugün 46 maddesi görüşüldü.

Bu maddelerden 40'ı kabul edilirken, 6'sı daha sonraki toplantılara bırakıldı.

Bugün kabul edilen maddelere göre, dava sonunda verilen hüküm, ''Türk milleti adına'' verilecek.

Hüküm verildikten sonra, gerekçeli karar imzalanmadan hakim ölür veya herhangi bir nedenle imzalayamayacak hale düşerse, yeni hakim, hükme uygun olarak gerekçeli kararı yazarak imzalayacak.

Hükümdeki yazı ve hesap hataları ile diğer açık hatalar, mahkemece, resen veya taraflardan birinin talebi üzerine düzeltilebilecek. Hakim, hüküm tebliğ edilmişse, tarafları dinlemeden hatayı düzeltemeyecek.

Davada feragat ve kabul, hüküm kesinleşinceye kadar her aşamada yapılabilecek.

Feragat veya kabul beyanında bulunan taraf, davada aleyhine hüküm verilmiş gibi, yargılama giderlerini ödemeye mahkum edilecek. Davalı, davanın açılmasına kendisi sebep olmamış ve yargılamanın ilk duruşmasında da davacının talebini kabul etmiş ise yargılama giderlerini ödemeye mahkum edilmeyecek.

TARAFLARA SULH OLMA İMKANI SAĞLANIYOR

Tasarıyla, görülen bir davada tarafların kısmen veya tamamen anlaşarak, ''sulh'' olmalarına olanak sağlanıyor. Sulh, ''görülmekte olan bir davada, tarafların aralarındaki uyuşmazlığı kısmen veya tamamen sona erdirmek amacıyla, mahkeme huzurunda yapmış oldukları bir sözleşme'' şeklinde tanımlanıyor.

Sulh, ancak tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebilecekleri uyuşmazlıkları konu alan davalarda olabilecek. Dava konusunun dışında kalan konular da sulhun kapsamına dahil edilebilecek. Sulh, şarta bağlı olarak ve hüküm kesinleşinceye kadar her zaman yapılabilecek.

BASİT YARGILAMA USULÜ

Tasarıyla, tahkim, nafaka, konkordato, haciz, tedbir ve benzeri davalar, ''basit yargılama'' usulüne tabi olacak.

Mahkeme, basit yargılama usulüne tabi davalarda, mümkün olan hallerde tarafları duruşmaya davet etmeden dosya üzerinden karar verebilecek.

Hakim, bu davalarda uyuşmazlık konularının tespitinden sonra, tarafları sulha teşvik edebilecek.

Mahkeme, tarafların dinlenmesi, delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemlerinin yapılmasını 2 duruşmada tamamlayacak. Duruşmalar arasındaki süre 1 aydan daha uzun olamayacak.

Gereksiz yere davanın uzamasına veya gider yapılmasına sebebiyet vermiş olan taraf, davada lehine karar verilse bile, karar ve ilam harcı dışında kalan yargılama giderlerinin tamamını veya bir kısmını ödeyecek.

KÖTÜ NİYETLİ KİŞİLERE KARŞI HÜKÜM

Tasarıda, kötü niyetli kişilere karşı caydırıcı bir hüküm de yer alıyor.

Buna göre, kötü niyetli davalı veya hiçbir hakkı olmadığı halde dava açan taraf, yargılama giderlerinden başka, diğer tarafın avukatıyla aralarında kararlaştırılan vekalet ücretinin tamamı veya bir kısmını ödemeye mahkum edilebilecek. Bu kişilere bundan başka, 500 liradan 5 bin liraya kadar disiplin para cezası verilebilecek. Bu hallere, avukat neden olmuşsa, disiplin para cezası onun hakkında da uygulanacak.

Avukat ile takip edilen davalarda, mahkemece kanuna göre takdir olunacak vekalet ücreti taraf lehine hükmedilecek.

ADLİ YARDIM

Kamu yararına faaliyette bulunan dernek ve vakıflar ile kendisi ve ailesinin geçimini önemli ölçüde zor duruma düşürmeksizin, gereken yargılama veya takip giderlerini kısmen veya tamamen ödeme gücünden yoksun olan kimseler, iddia ve savunmalarında, geçici hukuki korunma taleplerinde ve icra takibinde, haklı oldukları yolunda kanaat uyandırmak kaydıyla, adli yardımdan yararlanabilecekler.

Yabancıların adli yardımdan yararlanabilmeleri, karşılıklılık şartına bağlı olacak.

Adli yardımdan yararlanan kişinin mali durumu hakkında yanlış bilgi verdiği ortaya çıkarsa, adli yardım kaldırılacak.

Adli yardımdan yararlanan kişi için atanan avukat, kendi ücret ve giderlerini, aleyhine hüküm verilen taraftan, kendi adına talep ve tahsil edebilecek.

TOPLANTIYA ARA VERİLMESİNE ELEŞTİRİ

Tasarının görüşmeleri sırasında, CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk, toplantıya, TBMM Genel Kurulunda karar yeter sayısı istenince ara verilmesini eleştirdi.

Komisyonların iktidarın keyfine göre yönetilmeyeceğini ifade eden Öztürk, ''Genel kurulda karar yeter sayısı istenince, ara verilip oraya gidiliyor. Bu durum, burada bulunan arkadaşlara karşı uygun davranılmadığı anlamına gelir. Demek ki bu tasarı çok önemsenmiyor. Böyle 1-2 kez ara verilmesini anlayışla karşıladık ama bu hep böyle devam ediyor. Bunu anlayışla karşılayamayız. Biz CHP'li 3 milletvekili ve MHP'li bir milletvekili burada ama AK Parti'den sadece siz varsınız'' diye konuştu.

Bu eleştiriye yanıt veren Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya da ''Yüzdüğümüz okyanusun imkanlarını kullanamıyoruz. Elektronik çağda yaşıyoruz ama oy kullanmak için, Genel Kurul salonuna gitmem gerekiyor. Oysaki, ben buradan elektronik olarak oylamaya katılabilmeliyim'' dedi.

Tasarının görüşülmesine yarın 345. maddeden itibaren devam edilecek.


 Norveç, İsveç'i AİHM'e şikayet etti

 

Norveç, "telekulak yasası" ile insan haklarını ihlal ettiğini öne sürdüğü İsveç'i Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) şikayet etti.Norveç Uluslararası Hukuk Komisyonu, İsveç'te geçen yıl yürürlüğe giren telefonların dinlenmesine olanak sağlayan yasayla Norveç vatandaşlarının da telefon ve bilgisayar kayıtlarının incelemeye alındığını öne sürdü.

Vatandaşlarının İsveç üzerinden yaptıkları telefon konuşmaları ile birlikte SMS ve elektronik posta kayıtları gibi birçok iletişim aracının İsveç güvenlik güçleri tarafından kontrol edildiğini savunan Norveçli hukukçular, ''Norveç'te böyle bir uygulama bulunmazken, İsveç bu uygulamayı bizim vatandaşlarımızın görüşmelerinde de uyguluyor'' görüşünü dile getirdi.

Norveç Ulaştırma Bakanı Signe Navarsete, hükümet olarak İsveç'in kabul ettiği "telekulak" yasasına karşı olduklarını ve "derin güvensizliğin" söz konusu olduğunu kaydetti.

İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt ise Norveç'in şikayetiyle ilgili olarak, "mahkeme sonucunu beklemek gerektiğini" söyledi. 


 Dink Avukatlarından TRT, Yapımcı ve Şendiller'e Dava

 

Hrant Dink'in ailesi, gazeteciyi "Maraş Katliamı"ndan sorumlu tutan Ökkeş Şendiller'e, bu kişiyi programa davet ederek "hakaret ve iftira etme" olanağı vermekten de TRT ve belgesel yapımcısına dava açtı.

BİA Haber Merkezi - İstanbul

12 Şubat 2009, Perşembe


Hrant Dink'in ailesi, avukatları aracılığıyla, 1978'deki Maraş Katliamı'nda adı geçen Ökkeş Şendiller'e Dink'i "Maraş katliamının sorumlusu" olarak göstermesine olanak verdiği için TRT 1 televizyonu ve yapımcı şirkete dava açtı.

İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi'ne dün (11 Şubat) sunulan şikayet dilekçesinde, 24 Aralık 2008 tarihinde yayımlanan "Şahların Labirenti" Belgeseli'nde 19 Ocak 2007 tarihinde uğradığı suikast nedeniyle yaşamını yitiren Hrant Dink'e haksız suçlamalar yoluyla hakaret edildiği ve iftirada bulunulduğuna yer verildi.

Tazminat davası açıldı; şikayet de yolda
Tazminat talepli dava, TRT Genel Müdürlüğü, belgeseli hazırlayan yapımcı şirketi ve "Maraş Katliamı" davasında sanık olarak yargılandığı halde Dink'i "Maraş katliamının sorumlusu" olarak gösteren Şendillere hakkında açıldı.

Avukatlardan Deniz Tuna, bianet'e önümüzdeki günlerde de, ceza davası açılması için savcılığa suç duyurusunda bulunacaklarını ifade etti.

Tuna, daha önce de yaptığı açıklamada, şikayetlerini "iftira" ve "hakaret" ile Ceza Yasası'nın (TCK) "halkın bir kısmını diğerine karşı tehlikeli şekilde kin ve düşmanlığa tahrik etmek" ile ilgili 216. maddesine dayandıracaklarını söylemişti.

Haber-Sen, TRT'den özür bekliyor
Belgeselde Şendiller, 100'den fazla kişinin yaşamını yitirdiği, bir numaralı sanığı olduğu ancak 1991 yılında Terörle Mücadele Yasası'nın (TMY) yürürlüğe konmasıyla dosyasının düştüğü katliamdan "Dink ve arkadaşları"nı sorumlu tutmuştu.

Şendiller'in, "Alevi-Sünni çatışması yoktu. İşin içinde Hrant Dink ve arkadaşlarının kurduğu sol örgütler vardı. Hrant Dink ve arkadaşlarının örgütleri bu işleri yaptı. Zaten olaylarda ölenlerin arasında yer alan 6-7 tane sünnetsiz cesedin Alevilerle, Sünnilerle ne alâkası var?" sözleri Haber-Sen'in de tepkisine neden olmuştu. Sendika TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin'den özür dilemesini talep etmişti. (EÖ)


 İşe iadesini öğrenemeden intihar etti 

33 yaşındaki Ferhat Demer borçları nedeniyle bunalıma girerek yaşamına son verdi. Demer intihar ettiğinde iki yıl önce çıkarıldığı işine dönmek için açtığı davayı bir gün önce kazandığını bilmiyordu.


6 Şubat`ta intihar eden Demer Isparta Belediyesi`nde çalışırken 31 Aralık 2006`da işten çıkarılması üzerine işe iade davası açtı. İşten çıkarıldıktan sonra bir tüp gaz bayisinde çalışmaya başlayan Demer açtığı davayı kazandı. Ancak belediyenin kararı temyiz etmesi üzerine hukuki süreç uzadı. Demer Yargıtay`daki davanın kazanıldığı bilgisinin Isparta İş Mahkemesi`ne ulaştığı gün durumdan habersiz yaşamına son verdi.


Ferhat Demer, 6 Şubat`ta Artan Otel`in yangın merdiveninden üst katlara tırmanıp otelin arka tarafındaki boşluğa atlayarak intihar etmişti. Demer`in 25 bin TL borcu olduğu ve bu nedenle psikolojik sorunlar yaşadığı belirtilmişti.


Öte yandan, Ferhat Demer`in, evindeki bilgisayarına intihar etmeden önce `Canım anneciğim, babacığım. Size hayırlı evlat olamadım. Yeni doğan yeğenimin gözlerinden benim için öpün` diye not yazdığı öğrenildi. (ISPARTA)


2009-02-12 Evrensel
 


 Yargıtay töre cinayetine daha ağır ceza istedi

Yargıtay 1. Ceza Dairesi, hamile yeğenini ``töre`` nedeniyle bıçaklayarak öldüren Fuat Karadağ`a verilen müebbet hapis cezasını, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesi istemiyle bozdu.
 
 
Alanya`da, eşini aldattığı yönünde hakkında dedikodular çıkan 8 aylık hamile Gülşen Bayırlı, dayısı Fuat Karadağ tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Karadağ, olay sırasında kendisini engellemeye çalışan kız kardeşi ve Gülşen Bayırlı`nın annesi Yüksel Gülgen`i de yaraladı.


Alanya 1. Ağır Ceza Mahkemesi, sanık Karadağ`ı, Bayırlı`yı tasarlayarak öldürmek ve kız kardeşi Gülgen`i öldürmeye tam teşebbüs suçlarından, 1 yıl 6 ayı hücrede olmak üzere müebbet hapis cezasına çarptırdı.


Davanın temyiz incelemesini yapan Yargıtay 1. Ceza Dairesi, Fuat Karadağ`ın eyleminin, ``gebe olduğu bilinen bir kadını, kendisini savunamayacak durumda olan bir kişiyi tasarlayarak, töre saikiyle öldürme suçunu`` oluşturduğunu belirterek, yerel mahkeme kararını bozdu. Dairenin kararında, Karadağ`ın eyleminin, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu`nun (TCK) 82/1. maddesindeki ilgili fıkralar gereğince ağırlaştırılmış müebbet hapis kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine hükmedildi.


Kararda, Fuat Karadağ`a, kız kardeşini öldürmeye tam teşebbüs suçundan ceza verilirken ``lehe kanunun belirlenmesi ve uygulamanın ona göre yapılması gerektiğinin düşünülmemesi`` ve ``bu suçtan verilecek cezanın asgari 16 yıl olması gerektiğinin gözetilmemesinin de bozma nedeni sayıldığı`` belirtildi.


Sanık hakkında, ``tasarlayarak öldürme`` suçundan verilen müebbet hapis cezasının yanında, ``öz kardeşini öldürmeye teşebbüs`` ve ``6136 sayılı Kanuna aykırılık`` suçlarından verilen muvakkat hürriyeti bağlayıcı cezaların toplanması sırasında ``her bir süreli hürriyeti bağlayıcı ceza yönünden ayrı ayrı hücrede bırakılma süresi belirlenmesi gerektiği düşünülmeden toplam tek bir hücre süresine hükmedilmesi`` de yasaya aykırı bulundu.


2009-02-12
 


 Kaybettiği sürücü belgesinin üzerine sahte şirket kurulunca hayatı karardı
 
Adıyaman`ın Besni ilçesinde kaybettiği sürücü belgesinin üzerine sahte şirket kurulan ve o şirketle dolandırıcılık yapılan Hamdi Korkmaz`ın hayatı karardı. Hamdi Korkmaz, şimdi kayıtlarda 620 milyar TL borçlu görülüyor.

Sürücü belgesini 1997 yılında kaybettiğini ve ardından bir yerel gazeteye ilan verdiğini anlatan Hamdi Korkmaz, `Sürücü belgemi bulan kişiler, kimlik bilgilerimi kullanarak adıma sahte vekâletnameler çıkarıp, Doğaç İnşaat Malzemeleri Ltd. Şti.`ni adıma devretmişler. 2004 yılında tebliğ edilen yurtdışına çıkış yasağı ile herşeyi öğrendim. Ancak benim bu şirketle yakından veya uzaktan herhangi bir ilgim yoktu. Üstelik şirket Ankara`da kayıtlı ben ise hayatımda Ankara`ya gitmemiştim. Şirketle ilgili olarak bir bilgiye sahip değildim. Şirketle herhangi bir ticari ve şahsi ilişkim bulunmuyordu. Ankara`da adını bile duymadığım bu şirketin yüzde 99 hissesi bana diğer yüzde 1 hisse ise İnci Uluçay diye bir bayan adına devredilmiş. Şirketin vergi borçları ödenmediği için adıma ödeme emirleri gelmeye başladı.` dedi.


Bir avukatla görüşerek dava açtığını belirten Korkmaz, `Yapılan soruşturmalar neticesinde şirkette atılan imzaların bana ait olamadığı anlaşıldı. Ancak üzerinden 5 yıl geçtiği için suç dava aşımına uğramış ve bu suçu işleyenlere zaman aşımı nedeniyle ceza verilmemiş. Benim davam hala devam etmektedir. Ayrıca Ankara Vergi Mahkemesi`ne her ne kadar dava açmaya çalıştıysam da, mahkeme benim şahsen mesul olmadığım gerekçesi ile davayı reddetti.` diye konuştu.


Şirketin sahte evraklarla devredildiği yıllarda Çakırhöyük Belediyesi`nde sigortalı olarak çalıştığını ve Ankara`ya imkânının olmadığını ifade eden Korkmaz, `O tarihlerde çalıştığıma dair belgeleri de mahkemeye sundum. 1999 yılından itibaren Adıyaman Besni ilçesinde Göksu Edaş İlçe işletmesi Başmühendisliği`nde memur olarak çalışmaya başladım. Sahte evraklarla adıma devri yapılan şirketin bana vermiş olduğu psikolojik ve ruhsal bunalım yüzünden ailemle problemler yaşamaya başladım. Son olarak ocak ayında maaşıma konulan bloke ile büyük bir hayal kırıklığına uğradım. 620 milyar TL borç konusunda nasıl bir çözüm yolu bulurum bilmiyorum. Yetkililerden yardım bekliyorum.` şeklinde konuştu. (CİHAN)


 Blog yazarlarına hapis
 
İran'da toplam 4 internet günlüğü (blog) yazarının ile 5'i internet günlüğü yöneten 10 Azeri hapis cezasına çarptırıldı.

 

İnternet yazarları Ümid Mimariyan, Ruzbe Miribrahimi, Şahram Rafizade ve Cevad Gulamtamini'nin hapis ile kırbaç ve para cezalarına mahkum edildiği bildirildi.

2004'ün Eylül ve Ekim aylarında gözaltına alınan internet yazarları hakkında "yasa dışı örgütlerin kurulmasına katılma," "yasa dışı örgüt üyeliği," "devlet karşıtı propaganda," "yalan yayma," ve "kamu düzenini bozma" gibi suçlamalarda bulunulmuş, Gulamtamini ayrıca ihanet suçundan yargılanmıştı.

Yargı erki yetkilileri, yazarların her birinin 3'er yıl 3'er ay hapis ve kırbaç cezasına, Mimariyan'ın ayrıca 500 bin tümen (250 dolar) para cezasına çarptırıldığını bildirdi.

İnsan Hakları İzleme Örgütü ve Uluslararası İran'da İnsan Hakları Kampanyası tarafından yapılan açıklamada, 4 blog yazarının, İran Yargı Erki Başkanı Ayetullah Mahmud Şahrudi'nin, bu yazarların itirafa zorlandığını kabul etmesine rağmen hapse mahkum edilmelerinin "adil yargılanma hakkının" ihlali olduğu belirtildi.
Yazarlardan üçü 10 Ocak 2005'te görüştükleri Şahrudi'ye, cezaevinde gördükleri psikolojik ve fiziki işkencelerle, gizli bir yerde aileleri ve avukatları ile görüştürülmeden uzun süre tek kişilik hücrede tutulduklarını anlatmışlar, 20 Nisan 2005'te ise Yargı Erki sözcüsü, yapılan resmi soruşturmanın, bu kişilerin yazılı itiraflarının zorla alındığını doğruladığını açıklamıştı.

İnsan Hakları İzleme örgütü Orta Doğu bölümü müdür yardımcısı Joe Stork, "Bizzat Yargı Erki Başkanı'nın kanıtların zorla elde edildiğini kabul ettiği dikkate alınırsa, bu cezalar şoke edici. Yargıçlar, soruşturma yetkisini kötüye kullananları araştırıp cezalandırmalıydı, onların kurbanlarını değil" dedi.

İki örgüt, Tahran Temyiz Mahkemesi'ni kararı bozmaya ve hükümeti de işkence iddialarını araştırmaya çağırdı.

4 internet gazetecisi 2004 sonlarında kefaletle serbest bırakıldıktan sonra Mimariyan, Miribrahimi ve Rafizade İran'ı terk ettiler ve halen yurt dışında yaşıyorlar. Gulamtamimi ise halen İran'da yaşıyor.

10 AZERİYE HAPİS

Bu arada, İran'ın Tebriz ve Erdebil kentlerinde 7'si öğrenci, 10 Azeri'nin çeşitli hapis cezalarına çarptırıldığı bildirildi.

Tebriz'de Azeri öğrencilerine ait bir internet günlüğü sitesini yöneten 5 öğrencinin yasa dışı örgüt kurmak suçundan 1'er yıl hapis cezası aldığı belirtildi.

Öğrencilerin işletmekle suçlandığı, Azeri Öğrenci Hareketi'nin internet bloğu olduğu belirtilen "azoh.blogsky.net"in halen yayında olduğu, ancak zaman zaman engellendiği kaydedildi.

Öğrencilerin avukatı bloğun, içeriği ve Azeriler arasındaki popülaritesi nedeniyle hedef alındığını söyledi.

Hapse mahkum edilen öğrencilerin internet günlüğünde, İran'da yaşayan Azerilerin kendi dillerinde eğitim yapması savunuluyor ve İran yönetiminin Azeri kültürü ve öğrenciler üzerindeki baskıları eleştiriliyor.

Ayrıca, Erdebil kentinde ikisi öğrenci, biri gazeteci 5 Azeri, İran'da Azeri dilinde okullar açılmasını destekledikleri için 5'er yıl hapse mahkum edildiği bildirildi. 

Kaynak: sabah / Tarih/Saat: 12 Şubat 2009 Perşembe


 İKİ KADINDAN BİRİ ŞİDDET GÖRÜYOR


17 bin kadınla görüşülerek hazırlanan araştırmaya göre, kadınların yarısı şiddet mağduru. Bu kadınların yüzde 92’si hiçbir yere başvurmuyor. Hamile her 10 kadından 1’i de şiddette maruz kalıyor.
Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması sonuçları açıklandı. Araştırmaya göre Türkiye genelinde her iki kadından biri şiddete maruz kalırken, cinsel ya da fiziksel şiddete maruz kalan kadınların yüzde 92’si hiçbir yere başvurmuyor.
Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü tarafından yapılan araştırma, 51 ilde, 17 bin 168 kişi ile görüşülerek gerçekleştirildi. Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun katıldığı bir basın toplantısı ile açıklanan sonuçlara göre Türkiye genelinde kadınların yarısı fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalıyor ve şiddete maruz kalan kadınların büyük çoğunluğu yaşadıklarını kimseye anlatmıyor.
Araştırmanın temel bulguları şöyle:
* Fiziksel şiddete maruz kalan kadınların yüzdesi 39.
* Sadece cinsel şiddete maruz kalan kadınlarınoranı yüzdei 15.3.
* Fiziksel ve cinsel şiddetin birlikte yaşanma yüzdesi yüzde 41.9.
* Kentte fiziksel şiddet oranı yüzde 38 iken, kırda yüzde 43.
* En az bir kez fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalmış kadınlardan eğitimi olmayanların yüzdesi 55.7.
* Lise ve üzeri eğitim alanların oranı yüzde 27.
* Yaşadıkları şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranı yüzde 48.5.

KADINLARIN GİDECEK YERİ YOK
Fiziksel veya cinsel şiddet yaşamış kadınların yüzde 92’si hiçbir kurum ya da kuruluşa başvurmuyor. Polis veya jandarmaya gidenlerin oranı yüzde 4, savcılık veya avukata başvuranların oranı yüzde 4, hastane ya da sağlık kuruluşuna gidenlerin oranı yüzde 4; kadın kuruluşu, belediye ve SHÇEK’e gidenlerin oranı ise yüzde 1.

BAŞVURMA NEDENLERİ
Yaşadıkları şiddet sonucunda herhangi bir kuruma başvurmadıklarını veya yardım talebinde bulunmadıklarını belirten kadınların yüzde 64’ü, yaşadıkları şiddetin çok ciddi bir sorun olmadığını ifade ediyor. Diğer başvurmama nedenleri arasında birlikte olduğu kişiyi sevmesi ve affetmesi (yüzde 11), çocuklarının mutsuz olacağından korkma (yüzde 10) başta geliyor. Kadınlar ayrıca, ailenin adının kötüye çıkacağından korkmaları (yüzde 9) ve utanma/çekinme/suçlanma korkusu (yüzde 9) sonucu yardım talebinde bulunmadıklarını da beyan ediyor.

HAMİLE KADINLAR DA ŞİDDET GÖRÜYOR
Fiziksel şiddete, fiziksel olarak karşılık vermiş kadınların yüzde 42’si karşılık vermenin şiddeti artırdığını belirtiyor. Karşılık vermenin o an için şiddeti durdurduğunu ifade edenlerin oranı ise yüzde 28 olarak gerçekleşiyor. Her 10 kadından biri, gebeliği sırasında fiziksel şiddete maruz kaldığını kaydediyor. Fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalan kadınların üçte biri yaşamının herhangi bir döneminde hayatına son vermeyi düşündüğünü belirtiyor.

KADINLAR BİLİNÇSİZ
Araştırmada, kadınların hakları konusunda bilinçli olmamalarının da kadına yönelik şiddetin yüksek olmasında etkili olduğu görülüyor.
Görüşülen kadınların yüzde 14’ü, “Bazı durumlarda erkekler eşlerini dövebilir” görüşünde. Kadınların yüzde 33’ü, “Erkeklerin ev işi yapması gerekmez”, yüzde 34’ü “Kadın parayı nasıl harcayacağına kendi karar veremez”, yüzde 31’i “Kadın cinselliği reddedemez”, yüzde 47’si “Erkek kadından sorumludur”, yüzde 35’i “Çocuklar bazen dövülebilir”, yüzde 49’u “Kadın eşiyle tartışmamalı” görüşünü benimsiyor. (ANKARA)

 
BABATLI SADECE BİR ÖRNEK
Dayaktan kaçtı, devlet korumadı, eşi tarafından öldürüldü. Şiddet gördüğü için eşinden boşanmak isteyen Fatma Babatlı’ın ölümünün tek cümlelik özeti bu. Babatlı’nın yaşadıkları, kadınların şiddet gördüklerinde neden ilgili mercilere başvurmadıklarına da önemli bir örnek oluşturuyor. 7 çocuk annesi 35 yaşındaki Fatma Babatlı, evliliğinin başından beri eşi Süleyman Babatlı’dan şiddet görüyordu. Temmuz 2008’de Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne giderek evden ayrıldığını anlattı ve maddi destek istedi. Belediye, Babatlı’yı Diyarbakır Kadın Sorunlarını Araştırma ve Uygulama Merkezi’ne yönlendirdi. Avukat bulundu ve davası açıldı. ‘Uzaklaştırma kararı’ yüzünden eve giremeyen eşi sürekli rahatsız ediyor, camları kırıp bağırıyordu. Fatma, birçok kez polisi aradı, eşi yalnızca 1 gün gözaltında kaldı. Orada “Eşime kim bu akılları veriyor” diye soran Süleyman Babatlı’yı polis, “Karşıda Kadın Merkezi var, oradan getiriyorlar kadınları” diye bilgilendirdi. Koruma kararına ve tehditlere rağmen onu koruyan hiçbir güç yoktu. 10 ve 27 Ekim’de savcılığa suç duyurusunda bulunuldu, ancak herhangi bir gelişme olmadı. Fatma Babatlı, eşi tarafından sokak ortasında vurularak öldürüldü.


 Polisin Vurduğu Felçli Yasin Sokakta Kalma Tehlikesiyle Karşı KarşıyaPolis tarafından vurulup felç geçiren Yasin Kırbaş'ın tedavisi rehabilitasyon merkezinde yer olmadığı için gerçekleşemiyor. Geçici olarak kaldığı kurumdan da taburcu edilen Yasin tedavi olmayı beklerken barınma sorunuyla başbaşa bırakılıyor.

BİA Haber Merkezi - İstanbul
12 Şubat 2009, Perşembe
Emine ÖZCAN

 

Tutuksuz Polis: Tinerci Yasin beni gasp etmek istedi, boğuşurken silah ateş aldı. 

Felçli kalan Yasin: Sivil giyimliydi, sigara istedim, küfür etti, yakalayıp ensemden vurdu.

Haydarpaşa Numune Hastanesi: Yasin'in fizik tedavisi olması için Bahçelievler Rehabilitasyon Merkezi'nde tedavi görmesi gerekiyor.

Bahçelievler Rehabilitasyon Merkezi: Bizde yer yok.

Taksim İlkyardım Hastanesi: Geçici olarak Yasin'i kabul ettik, daha fazla burada barınamaz. 

Yasin'in avukatı ve İHD yetkilileri: İki gün otelde kadı. Yasin'in tedavisi yarım kalıyor. Kalacak yeri yok.

Yasin'in babası: Oğlumu tedavi ettirecek param yok. Evde bakmaya kalksam ölür. Polis vurdu, felçli kaldı. Devlet tedavisini yapmak zorunda.

SHÇEK yetkilisi: Mesai bitti, cevap veremem.

Sokakta yaşayan Yasin Kırbaş (19), bundan dokuz ay önce Moda'da sigara istediği polis Bülent Okumuş tarafından boynundan vurularak felç geçirdi.

Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde başında polisle tedavisine başlanan Kırbaş aynı zamanda polis Okumuş'un açtığı davada "silahla yağma"dan yargılanıyor. Aynı davada Polis Okumuş "öldrümeye teşebbüsten" tutuksuz yargılanırken felçli ve kaçma olasılığı bulunmayan Kırbaş'ın hakkındaki "yakalama emri" henüz kaldırıldı.

Oysaki yaklaşık dört ay önce Haydarpaşa Numune Hastanesi yönetimi "Kırbaş'ın olması gereken fizik tedavi imkanlarına sahip olmadığını" açıklamış ve felçli gencin Bahçelievler Rehabilitasyon Merkezi'ne sevk edilmesini ve tedavisine orada devam edilmesini talep etmişti.

Kırbaş'ın tedavisi aylarca yarım kaldıktan sonra yakalama emrinin de kaldırılmasıyla nihayet Haydarpaşa'dan taburcu edilen Kırbaş kaldırılmayı beklediği Bahçelievler Rehabilitasyon Merkezi'nden "yerimiz yok" yanıtını alınca sokakta kaldı.

Babası Murat Kırbaş, oğlunun ihtiyaçlarını maddi olarak karşılayamadığını ve oğlunun suçsuzken polis tarafından vurulduğunu bu nedenle bakımının devlet tarafından yapılması gerektiğini söyledi.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın (TİHV) yardımıyla 30 Ocak'ta iki günlüğüne bir otel odasına yerleştirilen ve kimsesi olmayan Yasin'in sondasını bile avukatı değiştirdi.

Avukatı Naciye Demir bu sırada Beyoğlu Kaymakamlığına, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna (SHÇEK) başvuruda bulundu.

Taksim İlkyardım Hastanesi yönetimi geçici olarak Yasin'in barınma sorununa çözüm olmak için 1 Şubat'ta yatak temin etti.

Ancak İHD'nin verdiği bilgiye göre Bahçelievler Rehabilitasyon Merkezi, civardaki Carrefour İnşaatının zeminde çökmeye neden olduğu bu nedenle yatak sayılarının sınırlı olduğu ve Yasin için kurul kararı gerektiği ancak kurulun ne zaman toplanacağının bilinmediğini söyledi.

10 günlük bekleyişin ardından Taksim İlk Yardım Hastanesi Yasin'i taburcu edeceğini açıkladı.

Görüştüğüm hastane yetkilisinin cevabı "kayıtlarımızda böyle biri yok, taburcu ettik" oldu. Ancak diğer taraftan gidecek yeri olmayan Yasin hastanede şimdilik boş olan yatakta bekletiliyor.

Baba Kırbaş "Dün onu lobiye çıkardılar, ayakları kanıyordu" diyor ve görüştüğü Valilik yetkililerinin henüz konuyla ilgili hareket etmediğini söylüyor.

İHD yetkilisi Yasin'in herşeyden önce tedavi olması gerektiğini ama şuan barınma sorunun bile çözülmediğini söylüyor.

SHÇEK'in Bahçelievler'den yetkilisi Bilal Tamer, bugün 16:36'da Yasin Kırbaş hakkında ne yapabilecekleri sorusuna "Mesai 16:30'da bitti, size cevap veremem" yanıtını veriyor.

Başvurulan kurumların Yasin hakkıında bir çözüm önerisi henüz yok. Ama ona ne olacağını en çok kendisi yani Yasin merak ediyor. Ayağa kalkma olasılığı fizik tedavinin gerçekleşmesine bağlı. (EZÖ


 Kredi kartı mağdurları için teklif
 
CHP İstanbul Milletvekili Esfender Korkmaz, takibe alınan 1 milyon 564 bin kredi kartı mağdurunun, borçlarını yeniden yapılandırılmasını öngören, `Kredi Kartları Kanunu`na geçici bir madde eklenmesine` ilişkin yasa teklifini TBMM Başkanlığı`na sundu. Teklif, 1 Mart 2009 tarihine kadar kredi kartı borcu için ihtar çekilmiş olanlar, icra takibi başlamış olanlar, icra takibi başlamış olan ve temerrüde düşmüş olan kredi kartı mağdurlarnın borçlarının 24 ay taksitle ödenmesini öngörüyor.


ANKARA(ANKA) - CHP İstanbul Milletvekili Esfender Korkmaz, takibe alınan 1 milyon 564 bin kredi kartı mağdurunun, borçlarını yeniden yapılandırılmasını öngören, `Kredi Kartları Kanunu`na geçici bir madde eklenmesine` ilişkin yasa teklifini TBMM Başkanlığı`na sundu.


Korkmaz, Meclis`te düzenlediği basın toplantısıyla, `kredi kartı mağdurlarının` borçlarını yeniden yapılandırılmasını ilişkin yasa teklifi hakkında bilgi verdi.


Korkmaz, böyle bir düzenlemenin yaşanan ekonomik krizde zorunlu hale geldiğini ifade ederek, sosyal patlama riskini önlemek için acilen bu kanun teklifinin yasalaşması gerektiğine dikkat çekti. Korkmaz, teklifi hazırlama gerekçesini şöyle açıkladı:


`Üretimdeki düşme, servet erimesi, işsizlik toplumun kullanılabilir gelirini düşürdü. İşsizlik, esnaf ve sanatkarın siftahsız dükkan kapaması, KOBİ`lerin zora girmesi, iflasların artması sosyal patlama riskini artırdı. Bankalar kullandıkları likit para için, Merkez Bankasına gecelik faiz olarak yüzde 15.5, mevduata ortalama yüzde 14 faiz ödüyorlar. Buna karşılık kredi kartından akdi faiz olarak yüzde 52.68, gecikme faizi olarak yüzde 61.88 oranında faiz alıyorlar. Bu faizleri Merkez Bankası tayin ediyor. Bankaların karlılık oranı yüzde 400`e kadar çıkıyor. Bu durum piyasa düzenine aykırıdır.`


-TEKLİF NE GETİRİYOR-


Korkmaz`ın, 5464 Sayılı Banka ve Kredi Kartları Kanunu`na geçici bir madde eklenmesine ilişkin kanun teklifi, kredi kartı mağdurlarının borçlarının 24 taksitle ödenmesini öngörüyor.


Teklifle, takibe alınan 1 milyon 564 bin kredi kartı mağdurunun, borçlarının yeniden yapılandırılması amaçlanıyor.


Düzenlemeyle, ihtar çekilmiş olanlar, icra takibi başlamış olanlar, icra takibi başlamış olan ve temerrüde düşmüş olan kredi kartı mağdurlarnın borçlarının 24 ay taksitle ödenmesi öngörülüyor. Kredi kartı borçuluları, 60 gün içinde bankaya veya avukatta ise avukata baş vurup yasal haktan yararlanmak istediğini bildirebilecek. Bu çerçevede borç yapılandırılması yapılarak, borcun 24 aya bağlanması, ilk taksitin peşin ödenmesi, faiz oranı, Merkez Bankası gecelik borç verme faizi artı 2 puan olarak düzenlenmesi öngörülüyor.


Düzenlemeyle, İcra takibi varsa harçlar borç tutarına eklenecek, avukat ücretini ise banka ödeyecek. İcra takibi duracak. (ANKA)


(BK/BÜN)

 


 Anayasa taslağı hazırlayan Baro, gelir-giderini her ay açıklayacak
BURSA(CİHAN)-


Türkiye`nin sivil bir Anayasa`ya ihtiyacı olduğunu söyleyen Bursa Barosu Başkanı Avukat Zeki Kahraman, baronun gelir-giderlerini her ay düzenli olarak avukatlara açıklayacaklarını söyledi.


Bursa Barosu faaliyetlerini ve bütçe, gelir-gider durumunu her ay düzenli olarak avukatlara anlatacak. `Aylık Bilgilendirme Toplantıları` adı altında her ay Baro Evi Konferans Salonu`nda gerçekleştirilecek toplantıda, şeffaf ve katılımcı demokrasi anlayışının gereği olarak; meslekle ilgili sorunlar, avukatların görüş ve önerileri ışığında değerlendirilecek.


İlk toplantı 23 Şubat 2009 Pazartesi günü 14.00-16.00 saatleri arasında Baro Evi Konferans Salonu`nda düzenlenecek.


Konuyla ilgili bilgi veren Bursa Baro Başkanı Zeki Kahraman, şeffaflıkla birlikte katılımcılığı da sağlamaya çalıştıklarını kaydetti. Kahraman, `Bundan böyle her ay düzenleyeceğimiz toplantılarda gelir-gider durumumuzu avukat arkadaşlarımıza açıklayacağız. Bursa için en acil konulardan birisi olan yeni adliye binası yerinin tespiti konusunda çalışma grubu oluşturulmasına karar verildi. Bu konudaki çalışma grubuna isteyen her avukat katılabilecek.` dedi.


(CİHAN)


 İcra avukatına silahlı saldırı


Antalya`nın Alanya ilçesinde, Hüseyin Arıca isimli icra avukatı silahlı saldırıya uğradı
 Olay bugün saat 12:00 sıralarında Alanya Adliyesi önünde meydana geldi. Bir araçtan inen bir kişi, avukatı yanına çağırıp sağ bacağından silahla vurarak yaraladı.


Olay yerinden araçla kaçan şahsın yakalanması için çalışma başlatıldı.


 Doktorun 'hortumlandım' iddiası

SABAH 12.02.2009

Merhum cumhurbaşkanı Özal'ın da doktoru olan profesör İsmet Karaca, milyonlarca dolarlık mal varlığının bir bankacı tarafından hortumlandığı iddiasıyla savcılığa başvurdu..


    ABD'de uykusuzluk üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. İsmet Karacan (77), bankacı Nermin Ö. (37) tarafından "Parayı işletelim" diyerek milyonlarca dolarının hortumlandığı iddiasıyla savcılığa başvurdu. Kendisine yapılacak açık kalp ameliyatı sırasında vekalet vererek "Tüm paramı çocuklara bağışla" dediği Nermin Ö., iddiaya göre ünlü profesörün toplam 10 milyon dolar civarında mal varlığını akrabaları ve kendi üzerine geçirdi. Merhum cumhurbaşkanları Cemal Gürsel, Turgut Özal ile ABD'nin eski başkanı George Bush'un da doktoru olan Karacan, avukatı aracılığıyla Sarıyer Asliye Hukuk Mahkemesi'ne başvurarak Nermin Ö.'nün üzerine geçirdiği menkul ve gayrimenkuller üzerine ihtiyati tedbir konulmasını istedi. Karaca, mahkemeye Adalet Bakanlığı müfettişlerince adına alınan hisse senetlerinin Nermin Ö. ve kız kardeşinin üzerine geçirildiğinin tespit edildiği şeklindeki raporu da verdi.


 Sahada sigara içen antrenöre para cezası 
 
Türkiye'de ilk kez Diyarbakır'da Sur Belediyespor Antrenörü Mahmut Deri, Çermik Kaymakamı Murat Erkan'ın şikayeti üzerine 207 TL para cezasına çarptırıldı.  
 
  
Deplasmanlı birinci amatör kümede lider durumda bulunan Sur Belediyespor'un deplasmanda Çermikspor ile 25 Ocak'ta oynadığı karşılaşmada sigara içtiği gerekçesiyle Sur Belediyespor Antrenörü Deri'ye, Kaymakam Erkan'ın şikayeti üzerine 5326 sayılı Kabahatler Kanunu'nun 39. maddesi uyarınca içtiği her sigara için 69 TL para cezası kesildi.

Sur Belediyespor Antrenörü Mahmut Deri, AA muhabirine yaptığı açıklamada, müsabakanın iki takımın da iddialı olması nedeniyle biraz gergin geçtiğini ve sigara içerek stres atmaya çalıştığını söyledi.

Maçı tribünden izleyen Çermik Kaymakamı Erkan'ın talimatı ile ikinci yarının ortalarına doğru bir görevlinin gelerek kimliğini istediğini belirten Deri, ''Kaymakam beyin talimatı olduğunu söyledi. Ben de müsabakadan sonra vereceğimi söyledim. Müsabakadan sonra görevli arkadaşlar kulüp başkanımızın aracılığı ile kimliğimi istedi. Kimliğimi verdim. Tutanak tutulduğunu söylediler. Müsabaka esnasında üç sigara içtiğimi belirtmişler. Bu durum Kabahatler Kanunu'na giriyormuş'' dedi.

Deri, Türkiye'de bir çok antrenörün canlı yayınlanan maçlarda bile sigara içtiğini söyledi.

-SİGARA İÇMEME SEYİRCİ KALINMIŞ-

Bir antrenör olarak çocuklara, gençlere sporculara örnek olması gerektiğine de dikkati çekerek, şöyle dedi.

''207 TL para cezası kesilmiş. Yaptığım yanlıştı. Umarım bana verilen ceza Türkiye'de herkes için uygulanır. Yedek kulübesinde sigara içmem doğru bir hareket değildi. Ancak sahada uyarıcı bir levha yoktu. Soyunma odalarında 'burada sigara içilmez' tabelası yoktu. Kulübelerde, sportif tesislerin içerisinde uyarıcı levha yoktu. Cezaya çok şaşırdım. Tabi ki cezayı ödeyeceğim. Ben de Kaymakam Erkan'a, Kabahatler Kanunu'na göre ilk sigarayı içtiğimde beni uyarmadığı ve içmeme göz yumduğu için dava açacağım. Benim sigara içmeme seyirci kaldığı için Kaymakam Erkan da benim ödediğim cezanın on katını ödeyecek. Böyle bir yasal hakkım var. Çünkü müsabakada seyirciler de görevli arkadaşlar da içiyordu. Yaptığım yanlıştı, ancak cezanın da art niyetli kesildiğini düşünüyorum.''

Deri, Kabahatler Kanunu'nun 39. maddesi uyarınca içtiği her sigara için 69 TL para cezasına çarptırıldığını hatırlatarak, Türkiye'de futbol sahalarında sigara içtiği için ceza alan ilk hoca olduğunu da söyledi.

-SPORLA İLGİLENENLER ÖRNEK OLMALI-

Çermik Kaymakamı Murat Erkan, spor tesislerinde sigara içilmesinin yasak olduğunu belirterek, spor ile ilgilenen herkesin bu konuya hassasiyet göstermesi gerektiğini söyledi.

Sporcuların herkese örnek olması gerektiğini belirten Erkan, ''Sporcular herkese örnek olmalıdır. Spor yapılan alanlarda sigara içilmemesi için uyarıya gerek yok. Çünkü spor alanlarında sigara içilmemesi gerektiğini herkes biliyor. Kendisi sıradan bir vatandaş değil, antrenördür, hocadır. Dolayısıyla kurallara uyması gerekir'' dedi.

Erkan, Antrenör Deri'nin sigara içmesine göz yumduğu gerekçesi ile kendisine dava açacak olması ile ilgili hukuk yolunun açık olduğunu da söyledi.
 
aa


Y A Z A R L A R


 MURAT YETKİN
AB’nin Türkiye gündemi sendika reformu
 
BRÜKSEL - Hilton otelinin lobisinde TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ve düşünce kuruluşu TEPAV Direktörü Güven Sak ile ayakta sohbet ediyorduk. Kapıdan Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış geldi; gruba o da katıldı. TOBB ile birlikte Siirt’ten başlayarak vatandaşa AB’yi anlatma projelerinden, bir yandan TÜSİAD, diğer yandan sendikalarla geniş katılımlı işler yapmak istediğinden, AB Genel Sekreterliği yasasını değiştirip etkinleştirmeyi düşündüklerinden söz etti. Ve tabii reformlara yeniden ağırlık vereceklerdi.
Doğal olarak sordum: İlk sırada ne vardı? Başbakan Tayyip Erdoğan’dan sonra (Brüksel’de büro açan) Deniz Baykal da AB’den Kıbrıs Rum vetosuna karşın ‘Enerji Faslı’nda müzakerelerin başlamasını istemişti. Peki AB ne istiyordu?
Bağış, gülümseyerek omuzumun arkasında bir noktayı işaret etti ve “Niye kendilerine sormuyorsunuz?” dedi. Döndüm, AB Komisyonu’nun Ankara Temsilcisi Marc Pierini bize doğru geliyordu.
Ona da sordum, AB’nin önceliği neydi? İlk Türk AB Bakanı’na Ankara’dan öncelikle neyi beklediklerini söylemişlerdi?
Pierini duraksamadan yanıt verdi: Sendikalar Yasası’nın bir an önce çıkmasını bekliyorlardı;
“Bu bir sınav sayılırdı”.
Diğerlerine döndüm. Ne diyorlardı? Bağış, “Doğru” dedi; “Ben zaten, hatta Rifat beyle Bakan olarak ile  buluşmamızda, kameralar karşısında AB Genişleme Sorumlusu Olli Rehn’in bu konuya ağırlık verdiğini, hatta özellikle iş dünyasının AB desteği konusunda bir ‘samimiyet sınavı’ olarak gördüklerini söylemiştim. Ama o zaman üzerinde durulmadı.”
Hisarcıklıoğlu, Bağış’ın topu bir anda kendi önüne bırakmasına memnun olmadığını gizlemeden yanıt verdi: “Üzerinde duruyoruz. Aylardır Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in yasa taslağını bizimle de paylaşmasını bekliyoruz ki, katkımızı verelim. Böyle önemli bir yasanın sosyal tarafların katkısıyla hazırlanması gerektiğini düşünüyoruz.”

Baykal’a da söylediler
Anlaşılıyordu ki, Türkiye-AB ilişkilerinin müzakereler boyutu kazandığı 2004’ten  bu yana özellikle önem kazanan AB ile aynı sendikal haklar konusu, yerine getirilme geciktikçe sorunlar sırasındaki birinciliğe yükselmiş, bununla da kalmamış, hükümet ile iş dünyası arasındaki ilişkilerde belli bir gerilime de neden olmuştu. Konu hükümetin gündemindeydi, ama Meclis’e hükümet tasarısı olarak değil, bazı AK Parti milletvekillerinin yasa teklifi olarak getirilmişti ve 2008’in Mayıs’ından bu yana görüşülmeyi bekliyordu.
AB Komisyonu’nu sabırsızlandıran buydu. Ertesi gün görüştüğüm Komisyonu üyesi Jean-Christophe Filori, “Doğru” dedi, “Buna birinci sırada önem veriyoruz, Avrupa Sosyal Şartı, entegrasyon projesinin önemli parçası”.
AB yetkililerinin bu konuyu CHP lideri Deniz Baykal’ın da dikkatine getirdikleri anlaşılıyor. Baykal’ın Rehn ve AB Komisytonu Başkanı JosÈ Manuel Barroso dahil üst düzey yetkililerle görüşme sonrası TRT’ye verdiği demeç bunu gösteriyor: “Şimdi yeni bir nokta olarak sendikalarla ilgili, çalışma yaşamıyla ilgili bir düzenlemenin mutlaka gerekli olduğunun burada fark edildiğine tanık oldum. Bugüne kadar hep olayı insan hakları, demokrasi kavramları etrafında ele alırlardı, sosyal sorunlarla hiç ilgilenmezlerdi. Şimdi ilk kez sosyal sorunlarla ilgili, çalışma hayatına yönelik bir arayış içinde olduklarını ve Türkiye’de sendikalarla ilgili, çalışma hayatıyla ilgili bir düzenlemenin talep edileceğini gördüm. Biz de buna destek vereceğimizi, bunu önemsediğimizi ifade ettik.”

Neden şimdi?
AB’nin Türkiye’ye bakışındaki değişimin bir parçası olan bu gündem değişikliği iyi tahlil etmek gerekiyor. Şunlar söylenebilir:

1- Konu en son 12 Ocak’ta Bakanlar Kurulu gündemine gelmişti. Başbakan Erdoğan’ın bu kez daha olumlu bir tutuma girdiği bilgisi vardı.

2- Ancak dünya çağındaki mali kriz derinleşirken ve Türkiye’de istihdam üzerindeki yükler ortadayken Erdoğan’ın bu yasayı çıkarması sermaye kesimi ile arasında yeni gerilime neden olurdu. TİSK’in önceki gün hükünete yaptığı sert ‘İş kontrolden çıkıyor’ tepkisi zaten belli bir gerilime işaret ediyordu.
Keza IMF ile ilişkiler de gerileyebilirdi.

3- Öte yandan, Erdoğan bu adımı özellikle de 29 Mart yerel seçimlerinden önce atarsa, vatandaşa işçi hakları alanındaki önemli bir ilerlemeyi, üstelik şu kriz ortamında sağladığını söyleyebilir, krizi imkâna çevirebilirdi.

4- AB’nin bu koşulları bildiği halde neden Erdoğan’ı bu adımı atmaya şimdi zorladığına gelince... Bunun altında Avrupalı işveren kuruluşlarının yatırımların ucuz iş gücü nedeniyle Türkiye’ye kaçmasını önlemek, Avrupalı işçi sendikalarının da sınıf dayanışması ve yine istihdamın kendi ülkelerinde kalması amacıyla yaptığı lobi olabilir. Bu lobi çalışması Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin biraz daha gecikmesini isteyenlerden destek görmüş olabilir.

5- Ama bir etken daha var. Avrupa artık Türkiye’den yalnız Erdoğan ve AK Parti hükümetinin sesini duymak istemiyor. Erdoğan’ın son zamanlardaki ‘alternatifimiz yok’ söylemi, modern Avrupa siyaset anlayışıyla örtüşmüyor. AB Erdoğan’a hem Türkiye’de sivil toplum ve muhalefeti artık daha çok dinlemek istediğini, hem de alternatifsiz olmadığını söylemek istiyor.


 HASAN CELAL GÜZEL
Mahallî seçimler ve yardımlar
 
Tunceli’de, beyaz eşya kolilerinin kamyonlardan indirilişini gösteren fotoğrafları görünce, doğrusu ilk önce garipsemiştim. İtiraf etmeliyim ki, benim de aklıma evvelâ seçim rüşveti gelmişti.
Lâkin, mantıklı şekilde düşününce, halka dağıtılan birkaç buzdolabı ve fırınla, Tunceli’de seçim kazanmanın ne kadar saçma sapan bir iddia olduğu açıkça anlaşılıyor.
Politikayla meşgul bulunduğum dönemde, menfaat dağıtarak oy toplama yöntemine hiçbir zaman başvurmadım. Ancak, siyasî rakiplerimin bu numaralarını da çok iyi takip ettim.
Buna göre, Tunceli’de beyaz eşya dağıtımıyla, yapılacak seçimler arasında mantıklı bir ilişki yoktur. Şöyle ki;

1. Seçim için dağıtılan maddî değeri yüksek rüşvetler, normal halka değil, halk üzerinde etkili olan ve bazı yörelerde ‘koçbaşı’ diye anılan kişilere verilir.

2. Seçim rüşvetleri, böyle gündüz gözüyle, alenen dağıtılmaz; gece yarısı gizlice evlere götürülüp bırakılır.

3. Eşyaların satın alındığı bayilerin AK Partili olduğu ve bunlara menfaat sağlandığı iddiası da havadadır. Valilik, satınalma esaslarını açıklamıştır.

4. En önemlisi de, AK Parti İktidarı’nın, Tunceli’de buzdolabı dağıtarak seçim kazanmayı ümit etmesi için siyasetten hiç anlamaması gerekir. Tunceli’de, yapısı itibariyle DTP’ye yakın bir ismin seçimi kazanacağı açıktır.
Bu ilde 22 Temmuz Genel Seçimleri’nde yüzde 12 oy alabilen AK Parti’nin, bu sonucu eşya dağıtarak değiştirmesi mümkün değildir. AK Parti, bütün illerde iddialıdır ama Tunceli’de değildir.
Demek ki, Tunceli’de dağıtılan beyaz eşyanın AK Parti’nin seçim rüşveti olduğunu düşünmek için, ya akılsız ya da kötü niyetli olmak lâzımdır.
Bu olayda, Vali’nin gayreti, AK Parti’nin oylarını değil, devletin itibarını arttırmakla ilgilidir. Ancak, Tunceli Valisi, bu hayırlı icraatında zamanı yanlış tespit etmiştir.
***
Tunceli ’deki icraatla ilgili olarak Yüksek Seçim Kurulu’nun verdiği kararı fevkalâde yanlış buluyoruz.
Bir defa, YSK, bu kararıyla yetkisini tamamen aşmış ve seçimle ilgisi kanıtlanamayacak bir olayda karar vermiştir.
İkinci olarak, sosyal yardım yasağının kapsamının tespiti, hukuken ve fiilen mümkün değildir. Hangi sosyal yardımlar ve yatırımlar ‘seçim rüşveti’ sayılacak ve hangi yetkiyle yasaklanacaktır?
Sonra, bir sosyal yardımın yapılması, seçimden hangi süre öncesine kadar ‘suç’ (!) sayılacaktır?
Bu yanlış karar uygulanmaya kalkılsa, AK Parti İktidarı döneminde 6 yıldır dağıtılan kömür artık dağıtılamayacak mıdır? O halde Şubat ve Mart aylarında fakir fukara YSK’nın cebinden mi ısınacaktır?
Ya da, ‘beyazların’ dağıtımı yasaklanırken, ‘siyahların’ dağıtımı serbest mi bırakılacaktır?
Bu mantıkla, YSK, meselâ TOKİ’ye, ‘Ayda 100 liraya ev sahibi yapmak seçim yasaklarına göre suçtur; şunu 1000 liraya mı çıkaralım’ diyecektir?
***
Türkiye’de, bugüne kadar taş üstüne taş koyamamış beceriksiz ve kısır jakoben despotlar, ‘sosyal devlet’ anlayışının sadece mevzuat ve bürokratik muamelât ile gerçekleşeceğini sanarak büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Sosyal devlet konusunda icraatta bulunmak bu kısır CHP zihniyetine nasip olmamıştır.
Halbuki, bir taraftan kanunlara dayalı sosyal reformlar yapılırken ve hizmetler katlanarak arttırılırken, diğer taraftan pratik ve süratli şekilde halka yardımlar ulaştırılabiliyor. Temelini atmaktan gurur duyduğumuz ‘Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Teşvik Fonu’, Valilerin başkanlığında, objektif kurallara göre dertlere derman olmaya çalışıyor...
CHP de, her zaman olduğu gibi, yüksek yargıyı istismar ederek bunu önlemenin peşindedir.
Huylu huyundan vazgeçer mi?!..

 


 Yorum - Levent Köker]

Türkiye'de siyaset tartışmaları ve "bölünmüş Batı" 
 
 
Başbakan'ın Davos'taki çıkışının kamuoyundaki yansımaları, Türkiye'de siyaset tartışmalarının nasıl bir mecrada cereyan ettiği hakkında bir kez daha düşünme fırsatı sunmuştur. Kısaca hatırlayalım:  
 
Muhalefet sözcülerinin Başbakan'a yönelik, "haklı bir dava ancak bu kadar kötü savunulabilir" veya "diplomasi dilinden anlamayan Başbakan'ın Türkiye'nin ulusal çıkarlarına zarar verecek bir davranış sergilediği" türünden eleştirileri... Hem Başbakan'ın Davos'taki muhatabı Peres'in açıkça kişisel ve gayet saldırgan bir dille yapmış olduğu konuşma ve hem de İsrail'in hiçbir biçimde mazur görülemeyecek saldırganlığının yaratmış olduğu infial karşısında, bu ilk eleştirilerin yerini "Başbakan haklı, ama ..." sözlerine bırakması... Buna karşılık Başbakan'ın da iç politikadaki muhataplarına, özellikle de bu eleştirilerin baş seslendiricileri arasında yer alan çoğu emekli büyükelçi olan Dışişleri kökenli yeni siyasetçilere müstehzi bir tonla "monşerler" diye hitap etmesi... Diplomasi dışı davranmış olma eleştirisine karşı, "Diplomasi dışına çıksaydım başka bir şey yapmam gerekirdi, onu yapmadım!" diye "dikleşerek" keyiflenmesi... Muhalefetin, uzun kamusal tartışmaların ateşi sönmeye yüz tutarken ve biraz da AK Parti kanadından Başbakan'ın "çuval hadisesi"nde nasıl milliyetçi bir tavır sergilediğinin ileri sürülmesinin de yaptığı katkıyla, meseleyi gündemde tutmaya çalışması... Bu minval üzere, nihayet Başbakan'a "Davos'ta şahin, Süleymaniye'de serçe" yakıştırmasının yöneltilmesi... Unutmayalım, "IMF'ye ümüğümüzü sıktırmam", "milli menfaatler neyi gerektiriyorsa o olur, buna aykırıysa o zaman anlaşma da olmaz" mealindeki çıkışlar da hükümet kanadından...

Güncel siyaset tartışmaları, öyle görünüyor ki, yine ve aslında hep olageldiği gibi, milliyetçi (veya "ulusalcı") bir mecrada akıyor. Durum, dış politika meselelerinin zaten böyle "milli menfaat" (yahut "ulusal çıkar") eksenine oturmasıyla veya seçim sath-ı mailinde bulunulmasıyla açıklanabilirse de, işin özü aynıdır. Bir kere, seçim sath-ı mailinde olmak, siyasi tartışma konularında milliyetçi duruş sergilemenin gerekçesi diye kabul görebiliyorsa, demek ki, milliyetçi duruş veya söylem, her neyse, siyaseten prim yapıyor, yani kamusal alanda milliyetçi bir hakimiyet var demektir. Benzer bir değerlendirme, "dış politika meseleleri her türlü siyasi çıkar hesabının üstünde, milli birlik ve beraberlik gerektiren meselelerdir" tavrı için de yapılmalıdır. Burada da, uluslararası sorunları milliyetçi bir yaklaşımla ele almak gerektiği açıkça vurgulanmaktadır. Tartışmalar da, böylece kimin gerçekten iyi milliyetçi bir duruş sergilediği, kimin milli menfaatleri daha iyi anlayıp savunabildiği, kimin "güçlü," "atak," "liderlik vasfını haiz" bir Türkiye portresini ulusal ve uluslararası arenada ortaya koyabildiği üzerinde cereyan etmektedir.

Türkiye'de siyaset tartışmalarının böylesi bir milliyetçi mecrada cereyan etmesi, son Davos hadisesinden önce de zaman zaman dile getirildiğini bildiğimiz bir soruyu yeniden öne çıkarmıştır: Türkiye, Batı dünyasından uzaklaşıyor mu? Soru, Türkiye'nin tarihî müktesebatını pek bilmeyenler için gerçekten ciddi görünebilirse de, bizim için yavaşlamış olmanın ötesinde artık neredeyse durmuş gibi görünen reform süreci karşısında sadece bir yeniden hareketlenme çağrısı olarak anlam taşımaktadır. Bununla birlikte, Türkiye'de siyaset tartışmalarının cereyan ettiği milliyetçi mecra, Batı hakkında ve dolayısıyla Batı ile olan ilişkilerin değerlendirilmesi bağlamında ciddi algılama bozukluklarına neden olmakta ve dolayısıyla Türkiye'nin sahip olduğu potansiyellerin açığa çıkmasını engelleyici bir işlev görmektedir. Nasıl mı?

Bir kere, milliyetçi bakış açısı, uluslararası ilişkilerin bütününü "milli menfaat" kavramının belirlediği bir savaş ortamı olarak görmektedir. Buna göre uluslararası ilişkiler aslında her biri bir ulus-devlet niteliğinde olan, yani her biri türdeş bir milli topluluğu temsil eden devletler arasında gerçekleşmektedir. Bu açıdan uluslararası ilişkiler, kendi milli çıkarlarını gözeten devletler arasında, bu çıkarların uyumuna veya uyumsuzluğuna bağlı olarak kurulacak olan dostluklara veya düşmanlıklara göre ama her halükarda sıcak veya soğuk, gerçek veya her an gerçekleşebilir savaş durumu içinde oluşmaktadır. Uluslararası ilişkilerle ilgili bu değerlendirmenin temelinde ise, "güç" esası yer almakta ve dolayısıyla dünya üzerinde bu alanda bir hukuk hakimiyeti kurmak isteyen yaklaşımların değeri de bu esasa göre belirlenmektedir. Mesela, 11 Eylül sonrasında, uluslararası hukuku bir yana iterek, saldırgan bir dünya politikası izlemeye yönelen Bush yönetimi, bizzat Başkan'ın ağzından uluslararası hukuku kendince "ti'ye alan" bir yaklaşım sergilemişti. Bush yönetiminin bu "hukuk tanımayan güç siyaseti", bugün Gazze'de tanık olduğumuz insanlık dışı vahşetin de en önemli payandası olmuştur. Kısaca, "uluslararası hukuk da neymiş-ben bildiğimi okurumculuk" diyebileceğimiz bu anlayış, maalesef bunu kınayan pek çok siyasetçinin, zımnen ve hatta farkına bile varmadan kabul ettiği bir anlayış. Peres'i Türkiye Başbakanı'na karşı, "sen olsan ne yapardın" diye bağırtan da, Türkiye siyasetinde Başbakan'ı "yeterince şahin olmamakla" eleştirme zemini yaratan da, bu minval üzere Başbakan'ın çıkışında "güçlü Türkiye'nin dünya lideri"ni sloganlaştıran da, aslında aynı anlayış. Aralarında çok da önemli olmayan, mesela uluslararası hukuku, güç ve menfaat esasında oluşsa bile yine de ciddiye almaya çalışmak gibi, ton farkları olsa da, anlayış aynı; milli menfaat, milli güç.

Oysa hem artık Obama ile birlikte geride kaldığına inanmak istediğimiz Bush siyasetinin hem de böyle bir siyasetin payandalığı altında dünya sahnesine çıkabildiğini ileri sürebileceğimiz İsrail saldırganlığının infial içinde eleştirilirken aslında onaylanması anlamına gelen bu "milliyetçi yaklaşım" dışında bir bakış da mümkün, hatta gerekli de. Özetlemeye çalıştığım uluslararası ilişkilerdeki milliyetçi algılama ve yaklaşım sahiplerinin kendilerini "gerçekçi" diye sunmalarına karşı, uluslararası ilişkilerde hakkaniyetin veya adaletin geçerli kılınabileceğini düşünen ve savunan idealist görüş, bu imkânı ve tabii zarureti de ortaya koyan bir çerçeve sunmaktadır. Bu çerçevenin bugünkü içeriğinde, uluslararası ilişkilerde "hukukun, barışın ve uluslararası güvenliğin olduğu kadar, demokrasinin ve insan haklarının da bütün dünyada yerleştirilmesi hedefi" de yerini almıştır. Jürgen Habermas, Türkiye'de çoğu kez ve "milliyetçi/ulusalcı" bakışla türdeş bir medeniyet ve siyaset dairesi olarak sözü edilen Batı'nın "gerçekçi"ler ile "idealistler" arasındaki bölünmüşlüğüne dikkat çektiği eserinde (Bölünmüş Batı, YKY, 2006) geleceğin dünyasını idealistlerin kurması gerektiğini ve bunun olabilirliğini de vurgulamaktadır. Bu vurgu, dünyada sonsuza dek sürecek bir barış düzeninin, milliyetçilik esası üzerine değil, halkların kendi kendilerini yönetme imkânını ellerine almasıyla kurulabileceğine de işaret etmektedir. Bu görüş, Türkiye'deki siyaset tartışmalarında iki bakımdan dikkat çekmelidir. Bunlardan ilki, Türkiye'nin, AÖ ile olan ilişkilerini, AB'yi bir milli devlet modeline göre tasavvur eden Batı'ya karşı, AB'yi dünyada insan hakları ve demokrasi hakimiyetiyle kalıcı bir barışa kavuşturmak isteyen Batı'yla birlikte hareket etme biçiminde tasavvur etmesidir. İkinci nokta da, bu birinciye de bağlı olarak, kendi içindeki kültürel ve siyasi çoğulculuğu bu AB tasavvuru ile eklemlenmiş bir biçimde öne çıkarma ve dolayısıyla daha kapsamlı ve derinlikli bir demokratik düzene sahip olmak. Türkiye'nin bu iki tasavvuru birlikte ortaya koyabilmesinin olmazsa olmazı ise, homojen bir ulus-devlet kimliği ve mantığına göre düşünüp davranmayı aşmaya yönelmesidir.

 
Levent Köker
12 Şubat 2009, Perşembe


 Yorum - Mustafa Şentop] Doktorlardan hukukçulara organize işler 
 
 
Ergenekon soruşturması kapsamında, Sayın Tolon'un tahliyesiyle beraber, orgeneral rütbesinde bir tutuklu kalmamış oldu. Ergenekon soruşturmasının hukuki bir süreç olduğunu kabul edenlerle bunu kabul etmemeyi tercih edenler arasında mahkemelerin vermiş olduğu kararlar hakkında tartışmalar sürmektedir.  
 
  
Sürece hukukilik perspektifinden bakmaya çalışanlar arasında bulunduğumdan, mahkemelerin vermiş olduğu kararları ana hatlarıyla doğru bulduğumuzu beyan edegeldim. Kanaatim, soruşturma konusuna, soruşturulanlara ve genel olarak illegal siyasi yapılanmalara karşı duruşumuza göre oluşturulmuş değildi; sürecin çeşitli aşamaları hakkında ayrı ayrı yapmış olduğum değerlendirmelere dayanmaktaydı.

Başından beri, Ergenekon soruşturmasının üst düzey asker-sivil bürokratlarla siyasetçiler arasında bir mutabakata dayandığı fikrini doğru bulmuyordum. Prensip olarak, illegal yapılanmalara karşı çıkan, siyasetin ve ülke yönetiminin kendi mecrasında sürdürülmesi gerektiğine inanan kişiler olsa bile, üst düzey asker-sivil bürokratların, Ergenekon benzeri bir soruşturmadan rahatsızlık duyacaklarını, siyasete müdahale etmiş olsalar bile eski komutanların sivil mahkemelerce yargılanmalarına onay veremeyeceklerini düşünmekteydim. Bu durum karşısında, siyasetçilerin de soruşturma yerine askerî bürokrasiyi rahatsız etmemeyi tercih edeceğini, dolayısıyla uzlaşma olacaksa, bunun, soruşturmayı "makul bir seviye"de tutmak üzerine kurulacağı kanaatini taşımaktaydım. Bu sebeple, soruşturma sürecinin tamamen yargının kontrolünde ve mevcut mahkeme kararları karşısında yapabilecek başka bir şey olmamasından kaynaklanan kerhen verilmiş onaylarla yürütüldüğü söylenebilir.

Yaklaşık altı aydır karşılaştığımız olaylar bu düşüncemi doğrulayacak niteliktedir. Önce, tutuklu iki emekli orgeneralin Genelkurmay adına kurumsal olarak üstlenilen bir şekilde cezaevinde ziyaret edilmesi, ardından oluşan psikolojik havanın etkisiyle savcılık tarafından atılacak yeni adımların ertelenmesi, son büyük gözaltı operasyonları sonrasında üst rütbeli komutanlar hakkında tutuklama kararlarının çıkmaması, nihayetinde uzun uğraşlar ve formüller sonucunda ortaya çıkan tahliye kararı Ergenekon soruşturmasının akıbeti konusundaki endişeleri güçlendirmektedir.

Muhtemel soruyu göz ardı etmiyorum; mademki tutuklama da tahliye de bir mahkeme kararı, neden itiraz ediyorsunuz? Baştan, sürecin hukukiliğini organik bir yaklaşıma, yani sadece mahkeme kararı olması sebebine dayandırmadığımı belirtmiştim. Bu yaklaşım bile esas alınsa, on defadan fazla tahliye talebiyle ilgili başvuru yapıldığı halde, farklı mahkeme ve farklı hakimler tarafından tutukluluğun devamı ve gerekliliği öngörülmüşken, bambaşka bir gerekçe ile verilmiş tahliye kararını yadırgamamak mümkün değildir. Bilindiği kadarıyla tahliye kararı, "aramada ele geçirilen belgenin herkesçe bilinen bir belge olduğu, gizlilik niteliğinin bulunmadığı, böyle bir belgenin şüphelide bulunmasının, önceki kararlardan farklı olarak, tek başına suç örgütüne üye olduğuna dair delil niteliğinde bulunmadığı anlaşılmıştır" gibi soruşturmanın çok tali bir unsurunu öne çıkartan ve temel ilişkileri sükutla geçen bir gerekçeye dayanmaktadır. Daha önceki birçok tahliye talebi ve bu talepler üzerine hakimlerce verilen gerekçeli kararlar, hastalık sebebiyle askerî hastanelere sevk talepleriyle tahliyeler arasındaki ilişkiler birlikte değerlendirildiğinde, on adetten fazla tutukluluk kararı verilmiş olması ve bu kararların gerekçeleriyle tahliye kararının gerekçesi karşılaştırıldığında endişenin haklılığı görülecektir.

Yeni ortaya çıkan, daha önce sağlık sebepleriyle tahliye edilmiş Sayın Eruygur'un eşi ile doktoru arasındaki görüşme, ki bayan Eruygur bu görüşmeleri doğruladı, sürecin hukukiliği hakkında bir fikir verecek nitelikte, yeni bir delildir. Mahkeme kararlarına uyma hassasiyeti yerine, mahkemeyi yanıltacak, belli yönde karar vermesini sağlayacak uzman görüşleri oluşturma gayretinin kamuoyuna yansıması çok önemli bir olaydır. Gerçekte olmayan bir sağlık sorununun tutuklamaya engel önemli bir sağlık sorunu şeklinde gösterilmesi, yeniden tutuklanmayı engellemek nasıl mümkünse o formülü benimsemek gayreti tam olarak mahkemeyi yanıltmaya yönelik, adliyeye karşı suçlar arasında yer alan eylemden başka bir şey değildir. Bunun sadece bir doktor tarafından gerçekleştirilmediği, hukukçulardan bazı yöneticilere kadar organize halde yapıldığı anlaşılmaktadır.

Emekli orgenerallerin tutuklu kaldıkları cezaevinde ziyaretiyle başlayan süreçte, Ergenekon soruşturmasına bir üst sınır çekmeye çalışılmaktadır. Son dalga operasyonla bu üst sınırın yargı tarafından kabul edilmediği gösterilmişse de kuşatma sürdürülmektedir. Ergenekon davasının küçük bir çeteye yıkılarak, Türkiye'nin son elli yılını tahrip eden askerî darbe damarına ulaşması önlenmeye çalışılmaktadır.

Bu noktada, TBMM'nin devreye girmesi gerekmektedir. Gladio soruşturmalarında İtalya meclisinin soruşturmaya yardımcı olan tutumu incelenmelidir. Kanaatimizce, Ergenekon soruşturmasında savcıları ve hakimleri tereddüde sevk eden bazı hususlar bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi, darbe teşebbüsü suçlarının ve bununla bağlantılı olarak muvazzaflık dönemlerinde askerlerin siyasete ilişkin hukuk dışı faaliyetlerinin yargılanmasını sadece sivil mahkemelere mahsus ve münhasır suçlar olarak belirlemek gereğidir. Zira Şemdinli davasında da görüldüğü üzere, "muvazzaflık"tan hareketle suçların askerî mahkemelerde yargılanması mümkün hale getirilebilmektedir. Bu ihtimali bertaraf edecek, askerlerin muvazzaflık dönemlerinde de olsa, siyasete müdahale teşkil eden her türlü eylemlerinin yargılanmasını askerî mahkemelerin görev alanından çıkartan bir kanun düzenlemesi derhal yapılmalıdır. Darbe günlükleriyle ilgili herhangi bir soruşturmanın henüz yapılmamasını böyle bir endişeye bağlıyoruz: Ergenekon soruşturmasını askerî yargı ile ihtilaflı olabilecek alanların dışında tutmak. O zaman da soruşturmanın çok yavaş yürümesi ve eldeki delillerin hepsinin kullanılamaması gibi bir sonuçla karşılaşmaktayız. Bu sebeple, TBMM'nin acilen, askeri mahkemelerin görev alanını sınırlayan yeni bir kanun düzenlemesi yapması gerekmektedir.

İkinci önemli husus ise, savcıların hareket kabiliyetini ve hızını artıracak, resmî kurumların, istisnasız hepsinin arşivlerine kendi istedikleri şekilde ve zamanda ulaşabilmelerine imkân veren bir düzenlemenin yapılmasıdır. Bu konuda da açık, yoruma imkân vermeyen bir hukuk kuralı getirilmelidir.

Son olarak, belki de en önemli husus, Anayasa'nın, bütün milletvekillerinin rahatsızlık duymasını gerektirecek, geçici 15. maddesinin yürürlükten kaldırılmasıdır. 12 Eylül darbesini yapanları hukuki ve cezai bakımdan koruyan bu geçici maddenin 27 yıldır yürürlükte durması büyük bir ayıptır. Bu madde yürürlükte kaldığı sürece Türkiye'deki illegal siyasi yapılanmaları ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır.

Siyaset ve Meclis bu büyük davanın bütün yükünü yargının omuzlarına yükleyip süreci kenardan izlemekle yetinemez. Asıl sorumluluğun TBMM'de olduğu gerçeğini kimse görmezlikten gelmesin.

 
Doç. Dr. Mustafa Şentop


 

 

 

 

 

CANIM BABAM HASAN ÖZDERİNİN AZİZ HATIRASINA,

( 13 Aralık 2004 – Söz Eylemini Yitirdi...)

OZDERIN & OZDERIN

Şubat 2009 – Ankara

 

 

 

 

 

 

 

 

 

tum haklari saklidir. ozderin & ozderin ™ - avukatlık ve hukuki danışmanlık bürosu – ankara 2009

 

 

Y A S A L U Y A R I

Bu mesaj ve ekleri, mesajda gönderildiği belirtilen kişi/kişilere özeldir ve gizlidir. Bu mesajın muhatabı olmamanıza rağmen tarafınıza ulaşmış olması halinde mesaj içeriğinin gizliliği ve bu gizlilik yükümlülüğüne uyulması zorunluluğu tarafınız için de söz konusudur. Mesaj ve eklerinde yer alan bilgilerin doğruluğu ve güncelliği konusunda gönderenin ya da Özderin Avukatlık Bürosu’nun herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Özderin Avukatlık Bürosu mesajın ve bilgilerinin size değişikliğe uğrayarak veya geç ulaşmasından, bütünlüğünün ve gizliliğinin korunamamasından, virüs içermesinden ve bilgisayar sisteminize verebileceği herhangi bir zarardan sorumlu tutulamaz.

DISCLAIMER

This message and attachments are confidential and intended solely for the individual(s) stated in this message. If you received this message although you are not the addressee, you are responsible to keep the message confidential. The sender has no responsibility for the accuracy or correctness of the information in the message and its attachments. OZDERIN Attorneys &Counselors at Law, Law Firm shall have no liability for any changes or late receiving, loss of integrity and confidentiality, viruses and any damages caused in anyway to your computer system.

image002.jpg
Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages