HDP Demokrasi Platformu'nun Program Önerisinin"Medya"ya İlişkin Taleplerine Sayın Gülseren Adaklı'nın Eleştirisi Üzerine

9 views
Skip to first unread message

Demir Küçükaydın

unread,
Jan 17, 2016, 7:51:53 PM1/17/16
to hdp-demokra...@googlegroups.com

HDP Demokrasi Platformu’nun Program Önerisinin“Medya”ya İlişkin Taleplerine Sayın Gülseren Adaklı’nın Eleştirisi Üzerine

Değerli Adaklı,

Sizin önerinizi hemen ele alamadım.

Önce biraz bekledim belki başkaları bir şey yazar diye. Çünkü hemen bir şey yazınca başkalarının önünü tıkıyor insan çoğu kez.

Ne var ki sonra da zaten kısa olan zaman geçti. Aslında normal prosedürde sizin önereniz üzerine de tartışılmalı. Ve eğer tartışma sonucunda yine de alternatif bir öneri olarak getiriliyorsa oylanmalıydı.

Ancak zamansızlık, aceleye gelmişlik ve zaten çalışmaların pratik bir sonucu olmayacağı (çünkü çok daha erken hazırlanmaya başlamak gerekirdi ve Kongre ve Konferanslar aslında işlevsizdi) gibi nedenlerle bunları da yapamadık. Yapamadık ama en azından bundan sonrası için bu eksiği düzeltmeyi deneyebiliriz.

Sanırım şimdi zaman baskısı olmadan da öneriniz üzerine biraz konuşabiliriz.

*

Aslında bu konu üzerine yazma fırsatı verdiğiniz için size çok teşekkür etmem gerekiyor. Çünkü, bu tarzda, demokrasinin bir şartı olarak medyanın kamulaştırması ve tasarrufunun nüfusun bölümlerine ve örgütlere vs. dağıtılması daha önce başka programlarda hiç görmediğim, sadece bu önerdiğim diğer programlarda olan bir şeydir. Çok tartışmak istememe rağmen kimse bunu şimdiye kadar gündeme getirmemişti. Hevesim kursağımda kalmıştı.

Çünkü medya alanında özel mülkiyeti ortadan kaldırıyor ama aynı zamanda demokratik bir programda yer alıyordu. Eğer özel mülkiyet kaldırılacaksa, neden diğerleri kalkmıyor? Eğer kalkmayacaksa, neden medyada kalmıyor? Ben kavramların iç tutarlığına korkunç değer veririm. Kavramların iç tutarlılığı doğa bilimlerindeki matematik gibidir. Bu nedenle biraz konunun arka planına girmem gerekiyor.

Bu bağlamda, bu yaklaşımın yeni olan yanını, Marksist program anlayışındaki yerini, teorik arka planını biraz belirtmek isterim.

Birincisi bu program, bir anlamda “asgari” veya “minima” program anlayışına bir dönüşü; ama 150 yıllık mücadelelerin ve teorik gelişimin derslerinin sonucu olarak bir dönüşü temsil etmektedir. Ama aynı zamanda, geçiş programıdır ve geçişsel talepleri de içerir.

Ne var ki bunu Demokratik Devrim - Sosyalist Devrim paradigması içinde değil; Demokratik ulus ve ulusun yok edilmesi paradigması içinde, yani ulusların ve ulusal devletlerin yıkılması ve bir dünya cumhuriyeti kurulması paradigması çerçevesinde yapmaktadır.

Bu teorik arka palana ve anlayışa dayanan ikici bir program henüz dünyada bulunmamaktadır.

Bu programa ve stratejiye göre, sosyalizm bir dünya cumhuriyetinin karar verebileceği bir sorundur. Bunu hem gerekli; hem de mümkün kılar. Bu aslında “tek ülkede sosyalizm olmaz”ın veya “Proletarya burjuva devlet cihazını sınıfsız topluma gidişte kullanamaz onu parçalamalıdır” ilkesinin mantık sonuçlarına varmış halinden başka bir şey de değildir.

“Asgari” veya “Minima” program özünde demokrasidir. Demokrasi de özünde tam bir biçimsel eşitlik demektir. Biçimsel eşitlik demek, hem kapitalizm için ideal koşullar demektir. Çünkü işgücünün maddi ve manevi özellikleri; yani insanların dili, dini, etnisi, rengi, soyu, inancı, fikri, ideolojisi vs. onun kullanım değerinde (artı değer üretme yeteneğinde) herhangi bir fark yaratmaz. Bu nedenle kapitalizm için ideal koşullar demektir. Ama aynı zamanda, insanların tam bir eşitliği; sadece demokratik ulusları değil; yeryüzü ölçüsünde bir cumhuriyeti; yani ulusal devletlerin yıkılmasını varsayarak; emekçilerin dünya ölçüsünde birleşebilmesi ve kapitalizmi yıkabilmeleri; meta üretimini ortadan kaldırabilmeleri için ideal koşulları da yaratır.

Bu nedenle sosyalistler demokrasiyi en tutarlı, en radikal biçimde savunurlar ve savunmalıdırlar.

Kimi sosyalistlerin, demokrasi bizim programımız olamaz, biz sosyalist devrim istiyoruz gibi akıl yürütmeleri doğru olarak görülse bile, sosyalist bir program için de en radikal ve tutarlı biçimde demokrasi savunulmalı ve uygulamalıdır. Yani “sosyalist devrim”in bir “yan ürün”ü olarak bile geçerliliğinden bir şey kaybetmez demokrasinin en tutarlı ve radikal biçimiyle savunulması.

Ancak sosyalist hareketin demokrasiyi savunmak bakımından çok büyük zaafları vardı. Bu zaaflar zaman içinde katmerlendi.

19 Yüzyıl boyunca sosyalist hareket, demokratik ve gerici bir ulusçuluğu birlikte savunuyordu. (Örneğin Amerikan iç savaşında Kuzey’i desteklemek gibi. Fiilen ve hukuki olarak “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” reddediliyor; demokratik bir ulusçuluk savunuluyor ve gerici ulusçuluğa savaş destekleniyordu; diğer yandan gerici ulusçuluk, örneğin “Alman Birliği” savunuluyordu. Niye Alman birliği? Almanlık ne? Dil mi, kültür mü, Irk mı? Hangi cevap verilirse verilsin gerici bir ulusçuluktu bu.

Lenin bir yandan tüm dillerin, kültürlerin eşitliği diyor; okulların ayrılmasına, resmi dile karşı çıkıyor, herkesin ana dilinde eğitim hakkını savunuyor; ama diğer yandan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı yani ulusu bir dille, dinle, kültürle tanımlama hakkını savunuyordu; yani bu sefer de fiilen, önce söylediğinin tersini savunma hakkını savunmuş; dillerin eşitliğini reddetmiş; okulların ayrılmasını kabul etmiş oluyordu. Bu korkunç bir çelişkiydi.

Bir ulus teorisi olmadığı için bu çelişkinin farkına varılmıyordu. (Dünyadaki sosyalistler hala bunun farkında değildir.)

Ancak yirminci yüzyılda, bu çelişkinin gerici ulusçuluk yanı “Tek ülkede sosyalizm” ve Stalinizmin zaferiyle egemen hale gelirken; demokratik ulusçuluk hiç savunulmaz oldu, sosyalistler tamamen gerici ulusçulara dönüştüler. Bürokrasinin devletçi ideolojisinin programatik sonuçlarıyla da bürokratik ve merkezi devletlerin parçalanması fiilen programdan yok oldu ve geriye sadece gerici bir milliyetçilik ve bürokratik bir devlet kaldı. Çelişki çözülmüştü ama daha da gerici biçimde.

Böylece sosyalistler de demokrasiyi savunmaktan çıkınca, demokrasiyi savunmak liberallere kaldı. Onların savunduğu demokrasinin ise demokrasiyle fazla bir ilişkisi yoktu. Burjuvazinin daha gerici kesimleri ise, bu eksiği, ezilenlerin demokrasi ve adalet özlemini, örneğin Türkiye’de olduğu gibi, sözde “kavmiyetçiliği” reddeden ama bu sefer ulusu İslam ve onun en karşı devrimci yorumlarıyla tanımlayan bir ulusçulukla, kendi değirmenlerine akıtıyorlardı. Yani alt sınıfın demokrasi özlemleri burjuvazinin merkezi devlete egemen olmasının aracı olarak ona hizmet eder hale geliyordu.

Böylece ortada demokrasiyi, insanların biçimsel eşitliğini, savunacak hiçbir sınıf; hiçbir politik güç kalmıyordu. Bu nedenle bugün dünyanın ve özellikle bütün geri ülkelerin bütün sorunları kördüğüm oluyor ve tam bir çıkışsızlık ve çürüme yaşanıyordu.

Ben teorik ve pratik çabalarımla bu çıkışsızlıktan çıkabilmek için teorik bir arka plan oluşturmaya çalıştım.

Bu da şu iki yoldan oldu:

Birincisi, Demokratik görevler klasik olarak genellikle toprak sorunu bağlamında ele alınıyordu. Halbuki, merkezi ve bürokratik Şark devletinin kendisi, bu devlet ne kadar modern araçlar kullanırsa kullansın, tabiri caiz ise feodalizm idi. Süpersonik jet bombardıman uçakları kullanan bir feodalizmdi bu. Kapitalizm öncesi sömürünün özü, ekonomi dışı cebirdir. Şark devleti tam da budur.

Şark devletinin ya da merkezi devletin parçalanması bizzat bir demokratik devrim göreviydi.

Devleti parçalama; onun merkezi ve bürokratik yapısını parçalamaktı.

Bu nedenle, 1970’den beri bütün program önerilerimin özü, Paris komünü tipi devleti minima program olarak somut taleplerle ifade etmektir. Yani merkezi bürokratik yapıyı parçalayan, hiçbir yoruma ve yanlış anlamaya yer bırakmayan somut taleplerdir program. (Bunların çoğu da Kıvılcımlı’nın Vatan partisi Programı’nda vardır ve oradan alınmadır. O programın da özü buydu. Bütün dünyadaki ve Türkiye’deki programlardan farkı buydu. Kıvılcımlı’nın hiç anlaşılamamış bir yanıdır.)

Ben Kıvılcımlı’ya dayanarak, devleti parçalama (Paris komünü tipi devlet) aracılığıyla otantik marksizmin pozisyonuna geri dönmüş oluyordum. Böylece bütün Türk ve Dünya solundan ayrı bir kulvara geçmiş oluyordum.

İkincisine gelince, ulusun nasıl tanımlanacağı hiç sorun edilmiyordu. Ben başlangıçta, merkezi ve bürokratik yapının yıkılmasının yani Paris komünü tipi devletin, bu sorunu da otomatikman çözeceğini düşünüyor ve savunuyordum. Yani Marks ve Lenin’lerin otantik pozisyonuna, yani onların o çelişkili durumuna dönmüş bulunuyordum. Ve onlar gibi, buradaki çelişkiyi, bir ulus teorisi olmadığı için göremiyordum.

Ancak 1983’de ulus teorileri alanında yapılan devrimle birkaç yıl sonra tanıştıktan; ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu; Enternasyonalizmin aslında bir ulusçuluk olduğunu falan anladıktan sonra ulusa karşı hem sosyalist programı (politik olanla ulusal olanın çakışması ilkesinin reddi); hem de demokratik ulus programını;( ulusu bir dille, dinle, soyla, kültürle vs. tanımlamaya karşı tanımlama, yani demokratik bir ulusçuluk) formüle ettim.

Böylece sosyalist hareketi kakırdatan en büyük zaafa son vermek için gerekli teorik ve programatik temeli sağladım. Yani Stalinizmin teorik karşı devrimine karşı; teorik bir devrim yaptım, çelişkiyi devrimci yönünden çözen.

Ve yıllardır, kitaplar, makaleler, somut örgütsel girişimlerde hep bu programı, yani 19. Yüzyılın çelişkisini, Stalinizmin tam tersi yönde aşan programı somut bir program olarak sürekli ve defalarca önerdim ve öneriyorum. İşte bunların sonuncusudur bu “HDP Demokrasi Platformu”na önerilmiş program.

(Ancak bu güne kadar en küçük bir başarı sağlayamadığım da ortada.. Bunun anlaşılması için, benim de içinde bulunduğum bugünkü kuşakların ortadan yok olması gerekiyor belki. Fizikçiler arasında bile yeni bir teorinin kabulü ikna değil; eski kuşakların yok olmasıyla gerçekleşiyorsa, sosyal alanda nasıl olacağı tahmin edilebilir.)

Ancak, bunları hallederken, daha önce konu olmamış iki konuyu da Paris komünü tipi devletin olmazsa olmazı olarak ele aldım. Yani devleti parçalamaya iki koşul daha ekledim denebilir. Bunlar “Medya” ve “Gizlilik” denebilir. Bu ikisi de birer paradigma değişimine denk gelirler ama nedense şu ana kadar kimsenin dikkatini de çekmiş değil.

Yukarıda da değinildiği ve bilindiği, ya da şimdi artık unutulduğu gibi, demokrasi kapitalizmin koşullarını ortadan kaldırmaz, aksine ona en geniş olanakları sunar.

En klasik örnek toprakların millileştirilmesi veya kamulaştırılmasıdır. Toprakların millileştirilmesi ya da kamulaştırılması, sosyalist bir tedbir değildir. Demokratik bir tedbirdir. Çünkü toprak da, hava gibi, su gibi, bir üretim koşuludur. Bir üretim aracı değildir.

Demokratik devrim programı, ya da minima program, topraklar haricinde kamulaştırma yapmaz. Üretim araçların el koyduğu anda zaten o sosyalist devrime dönüşmüş olur. Zaten demokratik devrim işçilerin veya halkın buna isterse kolayca karar verip uygulayabilecekleri koşulları yaratmaktan başka bir şey de değildir.

19. Yüzyılda, matbaalar da, medya da birer üretim aracı olarak görüldüğünden, tıpkı herhangi bir fabrika gibi ele alınıyordu. Yani onların kamulaştırılması gibi bir talep yoktu. Kamulaştırılmaları, sosyalist devrim bağlamında gündeme gelecek bir üretim branşıydılar.

Dikkat edilirse, bu program “Medya”yı, (yani matbaalar, televizyon kanalları, radyo frekansları, internet) kamulaştırmakla, bu paradigmayı terk etmekte. Ama bunu üretim araçlarının kamulaştırılması, yani sosyalist devrim bağlamında değil; demokratik devrim bağlamında ele almakta. Onu tıpkı toprakların kamulaştırılması gibi, bir eşitlik koşulu; demokrasi koşulu olarak ele almakta. Gerçekten de medya olanaklarının kamulaştırılması kapitalizmi ortadan kaldırmaz ve aslında onun için en ideal olanakları sunar.

Yani yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için doğru ve gerçek bilgiye ulaşması gerekir. Bunun için de medyanın (bu kavramı kullanıyorum kolaylık olsun diye. Bütün haberleşme ve enformasyon araçlarını ve olanaklarını kastediyorum.) kamulaştırılması kavramını getiriyorum. Yani medya özel mülk konusu olmaktan çıkıyor. Yani burjuvazi ekonomik gücü nedeniyle onu belirleyemeyecek, ama sayısı, nüfus içindeki gücü ölçüsünde elbette belirleyebilecek.

Evet, sermayeden alınıyor ama kimin kontrolünde olacak. Devlet gibi, ne kadar demokratik ve merkezi olmaktan uzak olursa olsun, bir aygıtın kontrolünde de olmamalı; nüfusun bölümlerinin ve örgütlerin kontrolünde olmalı. Bu da nüfus içindeki oranları veya üye sayılarına göre olmalı. Nasıl herkese emeği kadar ise, herkese üyesi veya nüfustaki oranı kadar.

Yani tıpkı Osmanlı’nın miri toprak düzeninde olduğu gibi. Osmanlı topraklar Allahın, yani kamunun diyordu; bunu köylüye işlemek için dağıtıyordu. Bir çift öküzle bir aileye yetecek şekilde köylü ailelerin tasarrufuna veriliyordu. Toprağın kalitesine göre de diferansiyel rantı eşitlemek için, çok veya az veriliyordu. Ve zaman zaman tahrir (sayım) yapılıp tekrar yeniden dağıtım ve düzenleme yapılıyordu.

Önerilen biçim mutadis mutandis aynıdır.

Medya kamunundur, devlet sadece bu hakkın dağıtımındaki eşitliği gözetir. Devletin nasıl dili, dini, olmazsa, medyası da olmaz. Tüm medyayı nüfustaki, sınıflara, yaşlara, mesleklere, cinslere, dinlere, dillere, bölgelere; örgütlere, partilere vs. göre dağıtmak ve herkese emeği gibi, herkese üyesi veya oranı kadar biçimindeki eşitlik ilkesini uygulamakla yükümlüdür.

Böylece birbirinden tamamen farklı çıkar, paradigma, anlayışları olabildiğince çeşitliliği içinde kendini duyurması olanağını sağlar. Yurttaşlar yine yurttaşların farklı kesimlerinin kendi açılarından anlatımlarına bakarak kendisi en sağlam bilgiyi bulma olanağı elde eder.

Yani medyanın kamulaştırılması ve tasarrufunun nüfusun bölümlerinin nüfus içindeki oranlarına ve örgütlerin üye sayılarına göre verilmesi ve bunun tıpkı Osmanlı’nın zaman zaman tahrirler yaptırıp toprakları tekrar dağıtması; tıpkı bir enstrümanı ara sıra tekrar akort etmek gibi, düzenli aralıklarla tekrar yapılması.

*

 

Sizin itiraz ettiğiniz talebin arka planı ve anlamı budur.

İtirazınıza bakarak, bu itirazınızın talebi ve arka planını yeterince anlamadan yaptığınızı düşündüğüm için, bu uzun ön açıklamayı yaptım.

Yani o formülasyon öyle iki satırda kolayca çiziktirilmiş bir formülasyon değildir. Çok uzun düşünülmüştür ve çok özeldir.

Ama eleştirinize cevap vermeden, demokrasi konusuna getirdiğim ikinci yenilik bahsine de kısaca değineyim.

Biliniyor, bugünkü devletler, yurttaşların her türlü bilgisine sahipler. Yurttaşlar ne kadar “özel hayatın gizliliği” deyip savunmalar yaparlarsa yapsınlar, sürekli mevzi kaybetmeye mahkûmlar. Zaten gizli servisler kontrol dışı organlar olarak her türlü virüsün, mikrobun toplandığı lağımlar gibidirler.

Ben özel hayatın gizliliğini savunmanın yanlışlığını ve mümkün olmadığını düşünüyorum.  Tam tersi bir stratejiye geçmeli. Bireylerinki zaten biliniyor.  Halde, devletin, şirketlerin, örgütlerin vs. her şeyi de açık olmalı. Yani isteyen yurttaş istediği an gidip istediği kurumun tüm kararlarını, yazışmalarını okuyabilmeli, toplantılarını izleyebilmeli. Bu “özel hayatın gizliliği”ni savunmanın tam tersi bir program ve mücadele stratejisidir.

Dikkat edilirse, bu aslında Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinin ve Dördüncü Enternasyonal’in mali sırların açıklanması gibi geçişsel taleplerinin tüm siyasi alanı da kapsayacak şekilde genişletilmesidir. Yani devletin gizliliğini reddetmektedir. Bu aslında hem burjuvaziye; hem merkezi ve bürokratik devlete, keza ulusal devlete bir ölüm vuruşudur. Dikkat edilirse bunu sadece programatik bir hedef olarak savunmuyorum; aynı zamanda, bir mücadele taktiği olarak da savunuyor ve uygulamaya çalışıyorum.

*

Her neyse. Gelelim şimdi şu sizin de uzmanlık alanınız olan “medya” konusuna.

Ben sizin önerinizin, a) önerdiğim programı anlamadığını; b) tamamen yanlış şeyler de önerdiğini göstermeye çalışacağım.

Birincisi, program örneğin yetişmiş personelin herhangi bir alanda ne yapacağıyla ilgilenmez. Türkiye’deki partilerin seçim programlarında falan olur öyle şeyler.

Demokrasi programı, en genel düzenlemeleri yapar; yani hakları tanımlar ve onları gerçekleştirecek somut biçimleri ifade eder. Yani esas olarak, devleti hangi somut biçimlerde parçalayıp nasıl bir aygıt kuracağını kaçamağa ve yoruma yer bırakmayacak şekilde koyar.

Yani medya alanındaki yetişmiş personelin, maddi ve kültürel birikiminin ne olacağı bir programın konusunu oluşturmaz. Program genel olarak çalışanların haklarını belirler. Bu hakları garantiye alacak biçimler üzerinde durur. Zaten Medyanın kamulaştırılmasının amacı da tamı tamına budur.

Ayrıca nasıl sağlık personelinin özgül sorunları sorun edilmezse bir programda medyanınki de sorun edilmemelidir. Medyayı koyuyorsanız, niye ormancıları koymuyorsunuz; sağlıkçıları koymuyorsunuz.

Yani yetişmiş personelin ya da maddi kültürel vs. birikimin ne olacağını biz, ya da demokrasi programı,  düşünemeyiz ve de düşünmemeliyiz.

Sizin program kavrayışınız, verili bir devlet biçimi içinde farklı partilerin toplumsal hâsılanın nerelere yoğunlaştırılması gerektiğine dair seçim programlarının alanına girer. Elbet demokratik bir ulus ve devlette de hâsılanın nerelere nasıl dağıtılacağına ilişkin tartışmalar ve mücadeleler olacaktır. Zaten bu mücadeleleri olabildiğince manüplasyona kapalı hale getirmek; en demokratik biçimlerde yürümesini sağlamak içindir bizim programımız.

Sizin önerdiğiniz program ancak bizim önerdiğimiz bir toplumda bir partinin seçim programı olabilir. Çünkü yapıyla değil, politikayla uğraşmaktadır.

Bizim programımızda medya çalanları konu edilmez ve edilmemelidir. Bütün alanlardaki kurallar onlar için de geçerlidir. Tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü. Bu koşulda kendilerini en iyi biçimde savunabilirler. Ayrıca bunların bir de işçiler olarak; sendikalı işçiler olarak; kendi sorunlarını anlatacakları; bunların halli için toplumsal hâsıladan daha büyük paylar için mücadele edecekleri ve bunun için nüfusun çoğunluğunu kazanmaya çalışabilecekleri TV kanalları vs. de olacaktır. Tıpkı maden veya sağlık veya orman işçilerinin veya genel olarak işçilerin olduğu gibi.

Diyelim ki temel sınıflara ayrılmış on tane kanal var. İşverenlerin nüfusa oranı onda bir, köylülerin onda iki işçilerin onda yedi. Bu on kanalı, işverenlere bir, köylülere iki, işçilere yedi olarak dağıtmak gerekir.

İşçiler bu yedi kanalı yönetecek bir yapı oluşturmalıdırlar. Bu yapı ister istemez, bütün işçilerin eğilimlerini de yansıtacaktır. Bu yedi kanalda kendi kafalarına göre ayın yapmak için işçiler medya çalışanları tutacaklardır. Bu çalışanlar karşısında bir işveren durumunda olacaklardır. Ama o çalışanlar da tamamen özgürce örgütlenip, işvereni olan işçiler karşısında haklarını savunacaklar ve işgüçlerini pahalı satmaya çalışacaklardır. Önerilen model böyle bir şeydir.

 

Bu işçilerin kanallarının veya işverenlerin veya köylülerin kanallarının (ki bunlar basitleştirici semboller) onların son derece profesyonel ve kaliteli programlar yapmak için sanatsal, kültürel birikimi olan elemanlar tutmalarını engellemez. Aksine onların bunlara bir kar amacındaki kapitalistten çok daha fazla gereksinimi olacaktır.

Sizin verdiğiniz Birgün veya Hayat TV’nin ise bu dediğimizle ilgisi yoktur. Onlar belli siyasi görüşlerin özel mülkiyete dayanan TV’leridir. Hiçbir özellikleri yoktur. Onlar mülkiyet münasebetleri bakımından bugünkü özel mülkiyete dayanan TV’den farkları yoktur.

*

Ayrıca bir siyasi partinin, yani toplumda devrimci ve demokratik bir dönüşümü hedefleyen partinin, “medya” alanında programını yazmak için “medya” uzmanı olmak gerekmez.

Çünkü yukarıda da değinildiği gibi, onun programında medya bir işkolu ve onun spesifik sorunları olarak ele alınmaz. Demokrasinin gerçekleşmesinin çok özel bir koşulu olarak ele alınabilir. Böyle emle alınmadığı takdirde de onun da örneğin tekstil veya sağlık gibi hiç ele alınmaması gerekir.

*

“Medya olanaklarını” paylaşamayız, böyle bir entity yoktur çünkü” diye yazıyorsunuz.

Niye paylaşılmasın. Radyo frekansları, TV kanalları, bunlar fiziki olanaklardır. Nasıl topraklar paylaştırılıyorsa bunlar da paylaştırılabilir. Devlet bunları bugün özel şirketlere kiralıyor veya satıyor. O zaman halkın çeşitli kesimlerine ve örgütlerin kullanımına verecek. Elbette o örgütler bugünkü kar amaçlı kapitalistlerden ve devletten bin kat daha özgürce ve kaliteli yayınlar yapacaklardır. Her biri elbette kendi mesleki, sınıfsal, der görüşlülüğü içinde bulunabilir. Ama bütün bunlar birbirini çürütecek veya götürecek şekildedir. İşçinin dar görüşlülüğünü köylülerin ve işverenlerin dar görüşlülüğü dengeler.

*

Ayrıca “böyle bir entitiy yoktur” demeniz de doğru değil. Bu batı ülkelerinde, bizim önerdiğimiz radikallikte ve yaygınlıkta olmasa da tohum olarak,  minyatür ölçülerde vardır. Örneğin Almanya’da ARD ve ZDF yani birinci ve ikinci program vardır Bunlar devlet tarafından masrafları karşılanır ama onun yönetiminde iktidar partisinin atadığı insanlar değil; diyelim ki kiliselerden, partilerden, sendikalardan, işverene teşekküllerinden; kadınlardan, özürlülerden vs. temsilciler vardır. Onlar karar verir. Bu yüksek nitelikli emek istihdamını engellemez. Aksine en kaliteli programlar onlardadır. Keza, kamu kanalları vardır her mahalli birimde ve ülke çapında. TV’nin ya da radyonun belli bir frekansı bu kamu kanallarına, yani yurttaşlara ayrılmıştır. Program yapmak isteyene teknik destek de sunulur ve isteyen program yapar.

*

Şimdi gelelim izin önerinize:

“Devletin ve sermayenin elinden alınan medya olanakları; kamusal çıkarın merkezinde olduğu eşit ve özgür bir medyanın inşa edilebilmesi için seferber edilecek, başta dezavantajlılar olmak üzere toplumun bütün kesimlerinin serbestçe katılabileceği, yeterince, adil ve ayırımsız temsil edileceği yeni bir özgür iletişim ortamı sağlanacaktır. Medya çalışanlarının sendikal güvencelere sahip olacağı bu ortamda hem mesleki becerilerin artırılması hem nitelikli içerik üretimi ve dağıtımı, hem de halkın her kesiminin yeni iletişim teknolojilerinden eşit biçimde ve serbestçe yararlanılabilmesi için yeterli kaynak ayrılacaktır.”

Aslında sizin öneriniz, tam da “program somut olmalıdır” ilkesin ihlalinin örneği.

Örneğin: “kamusal çıkarın merkezinde olduğu eşit ve özgür bir medyanın inşa edilebilmesi için seferber edilecek “ diyorsunuz.

Dikkat edin, bu cümlede özne kimdir belli değil. Aslında gizli bir özne var. Devlet değil. Sermaye de değil. Bir önceki cümlede onların elinden aldınız. O zaman kimdin bu özne. Bizim gibi nüfusun bölümlerine ve örgütlere de dağıtmıyorsunuz kullanım hakkını. O zaman kimdir “kamusal çıkarın” ne olduğunu belirleyecek olan? Kimdir “eşit ve özgür bir medyanın” ne olduğunu belirleyecek olan; kimdir “seferber” edecek olan?

Sizin dediğinizden bir tek sonuç çıkıyor. İktidar partisi.

Yani aslında bir partinin yorumuna ve keyfine bırakıyorsunuz siz tüm medyayı.

Öte yandan bir programın görevi, “kamusal çıkarın”, “eşit ve özgür medyanın” oluşmasının somut biçimlerini ortaya koymaktır. Bu sözleri tekrarlamak değildir. Bal demekle ağız tatlanmaz. Kamusal çıkar kamusal çıkar kavramı kamusal çıkarı sağlamaz. Sizin eleştirdiğiniz ve beğenmediğiniz program önerisi hiç de “özgür medya” “kamusal çıkar” falan demeden, aslında tam da bunu yapıyor. Yani bal demiyor ama bal yiyor.

Üçüncüsü “kamusal çıkar”, eşit ve özgür medya” gibi kavramların bir programda yeri yoktur ve olamaz. Bir programın hazırlığı ve tartışmasında kamusal çıkar nasıl ve hangi somut biçimlerde formüle edilebilir gibi bir bağlamda elbette olabilir. Ama programda olamaz ve olmamalıdır.

Çünkü bunlar kişiye, partiye göre içeriği ve anlamı değişen kavramlardır. Örneğin Erdoğan “Kamusal çıkar” diyerek istediğini yapabilir, sizin önerdiğiniz programa göre. Adil ve ayrımsız temsil nasıl sağlanacak. Bunu siz iktidar partisine bırakıyorsunuz. Biz ise bunun somut örgüt biçimini; hangi ilkeye göre dağıtılacağını koyuyoruz. Devlet sadece dağıtımı düzenliyor. Herkese nüfus içindeki payı veya üye sayısı diyoruz. Böylece somut bir biçim veriyoruz. Ayrıca bizim önerimiz, nüfusun devlet dışında örgütlenmesini adeta zorluyor. Derisi yüzülmüş et gibi çıplak ve örgütsüz yurttaşın yerine örgütlü yurttaş getiriyor ve ona veriyor olanakları

*

Şöyle yazıyorsunuz:

“Medya çalışanlarının sendikal güvencelere sahip olacağı bu ortamda hem mesleki becerilerin artırılması hem nitelikli içerik üretimi ve dağıtımı, hem de halkın her kesiminin yeni iletişim teknolojilerinden eşit biçimde ve serbestçe yararlanılabilmesi için yeterli kaynak ayrılacaktır.”

Bu ise tamamen gereksiz bir cümle, bir program genel olarak sendikal güvenceden söz ederse anlaşılabilir. Kaldı ki, buna bile gerek yoktur. Bütün fikir ve örgütlenme kısıtlamalarının kaldırılması zaten bunu sağlar. Yani isteyen istediği gibi sendikasını kurar. Sendika kurdu diye özel bir baskıya uğratacak mekanizmalar yoktur bizim önediğimiz biçimde.

“Kaynak Ayırma”ya gelince.

Kaynak aktarmalar, ancak belli bir devlet biçimi içindeki politikaların tartışılması alanına girer. Yani seçimlerde partilerin seçim programlarının konusu olabilir.

Bizim görevimiz bir programda nereye hangi kaynağın aktarılacağı üzerine olamaz.

Biz kaynakların seçilenlerce özgürce ve belirlenebilmesinin koşullarını yaratmakla uğraşır.

Aşağıda eleştiri ve önerilerinizin tamamı.

Dostlukla
Demir Küçükaydın

18 Ocak 2016 Pazartesi

“marhabalar,

medya-iletişim üzerine çalışan birisi olduğum için ilgili madde üzerine bir şey söylemek istiyorum. Buna bir asgari program önerisi mi denir bilmiyorum, ama bildiğim, topluca “medya” dediğimiz şeyin içerisinde bir hayli ölü ve canlı emek bulunduğudur. Medyayı patronlardan ve manipülasyondan ibaret bir torba kavram gibi kullanmak bu bakımdan da sakınca doğurmaktadır. Medyayı kurumsallaşmış ifade araçları olarak ele aldığımızda, oradaki sanatsal/kültürel/maddi birikimin ve yetişmiş (aynı zamanda yetişmemiş, çiğ, yandaş, vb.) personelin ne olacağını da düşünmeliyiz.

Aslında bu bahisteki 2. Paragraf daha sorunlu görünüyor: “Medya olanakları; tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.” Bir “dağıtım” olacaksa bile bunun nasıl yapılacağı öngörülebilir değildir. Ama sanki biz basitçe bir ekmeği paylaşır gibi “medya olanaklarını” paylaşamayız, böyle bir entity yoktur çünkü.

Günümüzün karmaşık toplumsal iletişim yapısı içerisinde ihtiyaç duyduğumuz bazı bilgilerin üretim ve dağıtımı yüksek düzeyde mesleki beceri gerektirir, misal, Birgün Gazetesinin ya da Hayat TV’nin tasarladığımız yeni dünya içerisinde hiçbir anlamı yoktur.

Bu tartışma uzar gider, her tartışma gibi, benim de biraz dilim şiştiği için başınızı iyce ağrıtabilirim, o yüzden bu noktada kısaca önerimi söyleyip bitireyim. Söz konusu kısım için, şöylesi bir paragraf karaladım, her türlü eleştiri ve öneriye açık elbette (hiç kolay olmuyormuş program yazmak :) :

 “Devletin ve sermayenin elinden alınan medya olanakları; kamusal çıkarın merkezinde olduğu eşit ve özgür bir medyanın inşa edilebilmesi için seferber edilecek, başta dezavantajlılar olmak üzere toplumun bütün kesimlerinin serbestçe katılabileceği, yeterince, adil ve ayırımsız temsil edileceği yeni bir özgür iletişim ortamı sağlanacaktır. Medya çalışanlarının sendikal güvencelere sahip olacağı bu ortamda hem mesleki becerilerin artırılması hem nitelikli içerik üretimi ve dağıtımı, hem de halkın her kesiminin yeni iletişim teknolojilerinden eşit biçimde ve serbestçe yararlanılabilmesi için yeterli kaynak ayrılacaktır.”

 

 

2016-01-18 - Adaklının Medya Eleştirisinin Eleştirisi.rtf

Gulseren Adakli

unread,
Jan 18, 2016, 8:29:10 AM1/18/16
to hdp-demokra...@googlegroups.com
demir bey, dikkatlice ele alıp eleştirdiğiniz için çok teşekkür ederim, kafamın daha fazla açılmasını sağladınız. şimdilik bir şeyi düzeltmek isterim, medya uzmanıyım demeye getirmedim, en azından niyetim bu değildi, medya üzerine çalışan birisiyim, bu bana bir hak/üstünlük değil bir olanak gibi göründü ve bu yüzden yazdım o eleştirdiğiniz mesajı.
diğer eleştirileriniz üzerine daha uzun yazmak isterim ancak maalesef şu sıralarda bu suça ortak olmayacağız imzacılarından biri olarak toplantılar, yazışmalar vb. ile fazla meşgulüm. bu sabah da, daha önce kobane protestoları sırasında gözaltına alınan akademisyen arkadaşlarımızın duruşmasına katılmamız gerekti, vb.
açıkçası, demokratik bir programda medya konusunda birisi ile tartışabilmek benim için çok değerli. tartışmaya devam edebilmeyi umut ederim.
saygılar
gülseren adaklı

18 Ocak 2016 02:51 tarihinde Demir Küçükaydın <demir...@gmail.com> yazdı:

--
Bu iletiyi Google Grupları'ndaki "HDP Demokrasi Platformu" grubuna abone olduğunuz için aldınız.
Bu grubun aboneliğinden çıkmak ve bu gruptan artık e-posta almamak için hdp-demokrasi-pla...@googlegroups.com adresine e-posta gönderin.
Bu gruba yayın göndermek için, hdp-demokra...@googlegroups.com adresine e-posta gönderin.
Bu grubu https://groups.google.com/group/hdp-demokrasi-platformu adresinde ziyaret edebilirsiniz.
Bu tartışmayı web'de görüntülemek için https://groups.google.com/d/msgid/hdp-demokrasi-platformu/021601d1518a%2468eacc90%243ac065b0%24%40com adresini ziyaret edin.
Daha fazla seçenek için https://groups.google.com/d/optout adresini ziyaret edin.

Reply all
Reply to author
Forward
0 new messages