39- UZAYDA İKİ KİŞİ…
Uzayda iki kişi yürüdü.
Bu satırları okuduğunuz sırada, belki de yürüyüşlerini bitirip, dünyaya döndü...
Dikkat edilirse gökyüzü değil de, “Uzay” sözcüğü kullanılıyor.
Çoktan ele geçirilmiştir gökyüzü. Şimdi insanoğlu gökyüzünün de ötelerinde araştırmalar, çalışmalar yapıyor.
Gökyüzünü çoktan aştı insanoğlu, artık gökyüzü ona çok dar geliyor.
İnsanoğlu uzayda kordonsuz yürüyor…
Artık uzay mekiği ile bağlantıları da yok boşlukta duruyor…
Sırt çantalarına dayanarak, sol kollarının altındaki düğmeye basınca tamam, istediği yöne gidip geliyor.
Uzayda saatlerce gezip araştırma yapıyor.
Dini, milleti, uyruğu ne olursa olsun olaya, insanlığın başarısı olarak bakılmalıdır.
Hangi ulustan olursa olsun, insanın başarısı insanlığın ortak malıdır.
Böylece insanlık kendisini aşıyor.
Kendi yanılgılarının, bilimsel olmayan inanışlarının, üzerine çıkıyor.
Düşünce ufkunu olduğu kadar uzayı da genişletiyor…
Neydi o, daha bundan 15-20 yıl önceleri meteorolojik bir tahminde bulunsanız, alacağınız yanıt: “Sus, Allah’ın işine karışma!”
Bir tartışmada insanoğlunun aklını işleterek der: “insan bu, aya da gider, yıldızlara da.”
Böyle diyecek olursanız, dinden çıkmış diye bakarlardı sana…
Asırlardır insandan kendisine söylenene inanması istenmişti.
Doğrulan araştırmak, gerçeğe yönelmek, şimşekleri üstüne çekmek için yeterdi.
Çokbilmiş kişiler, kendi yanılgılarına herkesin uymasını isterdi…
Doğrunun yanılgı içinde gizlendiğini çok az kişi sezmişti.
Bu nedenle, bildiklerini kendilerine saklayarak tartışmaktan, çekinmişti.
Bu uzay çalışmaları her şeyden önce insanın düşünce alanını genişletiyor.
İnsan düşüncesine uzay boşluğunca genişlik getiriyor.
Birçok doğru diye ileri sürülen öğretilerin yanlışlığını gözler önüne seriyor.
Böylece insanoğlu asırların karanlığından sıyrılarak gerçeğe doğru yürüyor.
İlk bakışta bu çalışmaların savaş amacıyla yapıldığını düşünebilir insan.
İnsanlığın mutluluğu için yapılan bilimsel çalışmalara can kurban...
Bloklar birbirine üstünlük sağlamak için yarışma içindedir.
“Bunlar felaket ve ölüm yağdıracak belki de denebilir…
Densin ama, bilimsel buluşları insanlığın yararınadır.
Bilim, karanlığı yenecektir.
Çünkü bu bir doğa yasasıdır.
Ankara, Barış, 13. Şubat. 1984
40- NEDİR BU DİLEK ZİNCİRİ?
![]() |
Bu e-posta virüslere karşı Avast antivirüs yazılımı tarafından kontrol edilmiştir.
|
40- NEDİR BU DİLEK DUASI?
bir zarf bırakıyor postacı masanıza.
Sevinçle başlıyorsunuz zarfı açmaya…
Bakıyorsunuz zarfın üzerine, kim tarafından gönderildiği belli değil.
Merakınız artıyor, "Kim tarafından, niçin gönderilmiş olabilir?"
İçinden tarihsiz, imzasız, göndereni belli olmayan şöyle bir yazı çıkıyor:
“Dilek Duası” diye başlıyor:
Rabbim bir Allah, soyallahım sureyi rabbim bir alın, bu dua 1884 yılında bulunmuştur.
Birinin eline geçmiştir. 7 kapıya dağıtmış, zengin olmuş. Yine birinin eline geçmiş çocuğu olmuştur. Bu dua elinde kalmasın, iki gün içinde muradın olsun.
Bismillahirrahmanirrahim. Bu mektubu aynen yazın ve bu duayı uzaklara gönderin. Sakın evde tutmayın. Bu dilek zinciri size şans getirsin. Bu duayı milyoner bile yazmış zengin olmuştur. Bunu postaya verin. Gönderdikten sonra ne olduğunu göreceksiniz. Bu, dünyayı dolaşmıştır.
Batıl inanç deyip geçmeyin. 48 saat içinde elinizden çıkarın. Bu mektup hava albayının eline geçmiş 30 bin dolar çıkmış, kağıdı dağıtmadığı için para alamamış. Bir büro memurunun eline geçmiş, dağıtmış iyi bir idareci olmuş. Devrin generali inanmamış, yırtmış. 4 gün içinde canından olmuş.
Her insana gönderebilirsiniz. 6 tane yazın. Bununla birlikte 7 kişiye gönderin.”
İnceliyorsunuz, içerik olarak dua bile değil.
Yazım kurallarına uyulmamış.
Anlaşılan sağlıklı biri yazmamış…
Anlatımdan kaleme alanın ruhsal dengesinin bozuk olduğu anlaşılıyor.
Ve bu yazı, zarfa konup postalanıyor.
Çalıştığınız iş yerinde arkadaşların da elinde bu dilek zinciri.
Dilek zincirine vermişler kendilerini…
Dünya görüşünüz bilimsel olduğu için bu tür deli saçmalarına aldırmıyorsunuz.
Gülüp geçiyorsunuz.
Dilek Zinciri mi, Dilek Duası mı?.. Deli saçması yazıyı yırtıp çöp sepetine atıyorsunuz.
Bu ara sağa sola bakıyorsunuz.
Sizin gibi yapmayanlar da var.
Yazı makinesine 6 tane kâğıt takıp çoğaltanlar da var.
Şaşırıyorsunuz,
Bu deli saçmalarından yardım umanlara acıyorsunuz.
Allah akıl vere, diyorsunuz.
Büyük Şair Tevfik Fikret ne güzel demiş:
“Beşerin garip delaletleri var.
Putunu kendi yapar, kendi tapar!”
Yaşam çekilmez duruma geldiği zaman, bu tür mektuplar çoğalır.
Amaç düşünceleri karıştırarak insanları gerçeklerden uzaklaştırmaktır.
Kimileri de bu oyuna gelmez;
Bu deli saçmasına önem vermez…
Kimileri korkuya kapılır istenileni yapar.
Kimileri de umut dünyası bu diyerek umuda dalar…
Ankara, Barış, 17 Şubat 1974
41- DÜŞÜNCELERİ KARIŞTIRMAK
41- KAFALARI KARIŞTIRMAK…
Geçtiğimiz Cuma gücü, Gazetemizin, memurlara postalanan yazının kupürünü yayınlaması okuyanların beğenisini kazandı.
Gazetemiz devlet dairesindeki memurlara gönderilen yazının aynısını basmış: "Dilek Duası"
Gazetecimizin konuyu bu şekilde ele alması üzerine birçok okurumuz görüşlerini bildirmiş…
Bu "Dilek Duası" adındaki yazı yeni postalanmıyormuş.
"Dilek Zinciri" ya da "Dilek Duası" olarak ilerden beri postalanırmış…
Birçok okurum bu konuda düşüncelerini şöyle özetlemiş:
"Dilek Duası adlı deli saçmasına gazetenizde yer vermekle bazılarının korkusunun yersiz olduğunu gösterdiniz. Bazıları inanmasa da. saçma bulsa da, başına bir iş gelir korkusu ile dilek zincirini ciddiye almaktan kendini alamıyordu. Ya başıma bir şey gelirse, diyordu. Bu nedenle de istemeyerek de olsa altı adet yazıp, bir de kendisine gelenle birlikte yedi tanıdığına postalıyordu."
Gerçi üzerinde durulmaya değmeyecek denli bir konu ama bu yazının bütün memurlara postalanması kafaları karıştırıyor.
Yersiz bir korku salıyor. İnsan, kötü bir olasılık korkusu ile çoğaltıp dağıtmaktan kendini alamıyor.
"Dilek Duası" adlı yazı tam anlamı ile "kökü dışarıda" bir yazı.
Aynı zamanda din bilgisinden, Kuran’dan habersizin yazısı
Bir kere Kuran’da sure-i rabbim diye bir sure yoktur.
Herkes de bilir ki böyle bir duanın da olmadığıntanıktır…
Kökü dışarıda olduğu şuradan da belli ki "Bu mektup hava albayının eline geçmiş.
Kendisine 30 bin dolar çıkmış, kâğıdı dağıtmadığı için parayı alamamış."
30 bin dolar demliğine göre bu yazının kökü ta Amerika'ya varmaktadır.
Amerika tarikatları ile de tanınmış bir toplumdur.
Anlaşılan oradaki bir tarikat kendisine böylece yandaş bulmuştur…
Belki de kendi tarikatlarının ileri gelenlerinden birine para çıkartarak tarikatlarının propagandasını yapıyor.
Kim bilir, Amerika bu! Amerika’da akla hayale gelmedik olumlu olumsuz işler oluyor…
"Dilek Duası" mı, "Dilek Zinciri" mi her ne ise dikkatle incelendiğinde görülür ki tam bir deli saçması.
Yazıda geçen şu tümceler gösteriyor bu yazıyı kaleme alanın hiç de aklı başında olmadığını…
Örneğin: "Bu yazı birinin eline geçmiş çocuğu olmuştur."
Yazının kerametine bakın siz, kime gelirse onun çocuğu oluyor.
Sanki kendisine yazıyı çoğaltıp göndermeyenlerin çocuğu olmuyor…
"Devrin generali inanmamış yırtmış, 4 gün içinde canından olmuş." diye korku veriyorlar.
Dağıtmazsan, canından olacaksın, diyorlar.
Deli saçması olduğu şuradan da belli ki "Bu duayı milyoner bile yazıp dağıtmış zengin olmuş."
Bir milyoner zaten zengin, nasıl zengin olmuş…
Yazıyı kaleme alıp gönderenler hedef kitlesi olarak memurları bulmuş…
Deli saçması, diyoruz, ama pek de amaçsız değiller.
Hani dilimizde bir deyim vardır buna: "Bulanık suda balık avlamak" derler…
Kaynağı dışarıda olduğu açıkça belli olduğu yadsınamayan bu yazıyı dağıtıp gönderenlerin de elbet bir amacı vardır.
Öncelikle amaç: Kafaları karıştırmaktır.
Sonra kafası karışıkları korkutmaktır…
Asıl amaçları insanların kafasını karıştırmak.
Umuda düşürüp aptallaştırmak…
Daha sonra da aptallaştırdığı bu kişileri kendi yalanlarına kaptırmak…
Ankara, Barış, 1 Mart 1984
42- KİMLERİ EĞİTMEK GEREK
42- KİMLERİ EĞİTMEK GEREK…
Geçenlerde gazetelerde okumuştum. DPT bundan böyle işyerlerinde çalışanlara, işçilere, dinsel konularda eğitim yapacakmış.
Hiç kimse din eğitiminin yapılmasına bir şey diyemez.
Hiç bir din kötülük emretmez…
Bütün dinler ahlak bakımından, tutum ve davranış bakımından en iyisi olmayı öğretir.
İnsanlara mutlu olmanın yollarını gösterir.
Bireysel mutluluktan, toplumsal mutluluğa ulaşmayı amaçlar.
Haksızlıklar karşısında, adaletsizlikler karşısında sabırlı olmayı sağlar.
Bu konuda ne denli yazılsa yeri vardır.
Bu eğitimin yalnızca işçilere, çalışanlara, özgülenmesi keyfe zarardır.
Niçin bu eğitim çalıştıranlara değil de çalışanlaradır…
Kutsal kitaplardan birinde okumuştum. Peygamberlerden biri, tefecilerle, faizcilerle, vergi memurları ile inip kalkıyormuş.
Bunu gören eski din bilginleri, peygambere sormuş:
"Sen, niçin bu ayyaşlarla, faizcilerle vergi memurları ile inip kalkıyorsun,
Peygamber değil misin?
Kötü adamlarla inip kalkacağına, bizim gibi dindar ve iyi insanlarla inip kalkmalısın…”
Peygamberin, bu suçlama ilginç bir yanıt vermiştir:
"Sağlam olanlar değil, hasta olanlar bekime muhtaç.,," demiştir…
Burada peygamberin vurgulamak istediği: İyi olanların, dürüst olanların, dindar olanların dinsel eğitime gereksinimi yok.
Dinsel eğitime, yoldan çıkmış olanların, yolunu şaşırmış olanların gereksinimi daha çok…
Bu gün yurdumuzda tapınakları dolduranların büyük çoğunluğu esnaf ve işçi kesimidir.
Dinsel geleneklerimize bağlılık kırsal kesimlerde en üst düzeydedir.
Gecekondu semtlerinde de tüm kuralları ile uygulanmaktadır dinsel kurallar.
Yurdumuzdaki çalışanların kaynağını da, oluşturur gecekondu semtlerinden olanlar…
Kentlerimizi, köyden kente göçenler oluşturduğuna göre ve bunlar da tapınakları doldurduğuna göre demek ki, bunların dinsel eğitime gereksinimi yok.
Buna karşılık üst tabakayı oluşturan sosyetenin dinle de, dinsel eğitimle de ilgisi yok...
Bu gün diskotekleri dolduran gençler bu üst tabakadandır.
Barlarda, pavyonlarda, gece kulüplerinde eğlenenler bunlardır.
Eğlence yerlerinde su gibi para harcarlar.
Ne var ki bunlar tapınaklarda yoklar…
Demek ki dinsel eğitime muhtaç olanlar bunlar...
Asıl önemlisi serbest rekabetin, liberal ekonomi kurallarının büyük bir umutla uygulandığı, tek kurtuluş yolu olarak görüldüğü günümüzde, dinsel eğitimle serbest rekabet kuralları ne oranda bağdaşır.
Dinsel eğitim, aza kanaat etmeyi, hırslı olmamayı, ne bulursan onunla yetinmeyi, başkasının malında, kazancında gözün olmamasını öğütlemeye çalışır.
Serbest rekabet kuralları ile bunun tam tersine gideceksin.
Aza kanaat etmeyeceksin.
Çok kazanmak isteyeceksin.
Miskin olmayacaksın.
Rekabette yarışacaksın…
Herkesten daha çok kazanacaksın.
Görüldüğü gibi birbirleri ile çelişik durum.
DPT'nin önerisindeki çelişkileri açıklıyorum...
Bir kez, eğer dinsel eğitim yapmak zorunluluğu duyuluyorsa, bunu zaten dine bağlı olanlara, dinsel kuralları yerine getirmeye çalışanlara değil; dinsel kuralları yerine getirmeyenlere, dinsel kurallarla ilişkilerini koparmış olanlara, uygulamak gerekir.
Asıl önemlisi de serbest rekabete özenilen şu günlerde kanaatkâr olmayı, tevekkül içinde olmayı öğütleyen bir eğitimle hırslı olmayı gerektiren serbest rekabet kuralları arasında uzlaşma olması nasıl istenir.
Anlaşılan işçiler miskin, işverenler hırslı olsun isteniyor.
Bu konularda daha titiz ve dikkatli olmak gerekiyor…
Bizden söylemesi,
Sizden düşünmesi…
Ankara, Barış, 2 Mart 1984
43- İMAM NİKAHI MODASI
44- TBMM’NDE CAMİ
ANAP iktidarı TBMM'ne cami yaptırmak konusu üzerinde önemle duruyormuş...
Bu konu CHP-MSP ortaklığında görüşülmüş.
CHP ile MSP ortak İktidar olurken, TBMM'ne cami yaptırma koşulu MSP tarafından ileri sürülmüş.
Ortaklık uzun ömürlü olmadığı için de, TBMM'ne cami yaptırma işi son bulmuş…
TBMM'ne cami yaptırma işini şimdi de ANAP iktidarı gündeme getirmiş…
Şimdilerde caminin nereye yapılacağı konuşuluyormuş:
Camiyi “TBMM'nin içine mi yapalım, dışına mı yapalım,” deniyormuş…
Bu konuda TBMM mimarının görüşüne da başvurmuşlar.
O da demiş ki: "Cami herkese açıktır. TBMM'nin dışında. Dikmen yolu üstünde yapılmalıdır…”
TBMM'ne cami yapıldı diyelim.. Meclisin çalışma saatleri ile ibadet saatleri çatışacaktır.
Meclisin çalışma saatleri ikindi namazına, akşam namazına, yatsı namazına rastlayacaktır….
Bu üç vakit namaz için abdest almak, hazırlanmak gibi işlemlerin de yapılacağı göz önüne alınırsa Meclisin çalışmaları iyice aksayacaktır.
Zorunlu olarak meclis görüşmelerinde ara olacaktır…
Soru şu: TBMM camisi herkese açık olacak mı? Olmayacak mı?
Allanın evi, yalnızca milletvekillerine, bakanlara, başbakana tahsis edilince din kurallarına aykırı olmayacak mı?
Cami olduğuna göre herkese açık olacak.
Bu durumda cemaati en çok olan cami TBMM Camisi olacak.
Memleketin her yanından milletvekili ile aynı çatı altında ibadet etme mutluluğuna ermek isteyen çok seçmen olacaktır.
Hem böylece milletvekilleri ile parti sorunları üzerinde konuşma olanağı da doğacaktır…
Mecliste ya da Bakanlıklarda aradığı milletvekilini, Bakanı bulamayan seçmen soluğu camide alacaktır.
Nedeni de şu ki, bir kere cami yapıldı mı bütün milletvekilleri ve bakanlar camide namaz kılmakta yarışacaktır.
Eğer namazını aksatırsa bir daha seçilemeyecektir.
Bunu da hiçbir milletvekili göze alamayacağından camiye gidecektir.
Milletvekillerinin namaz kılıp kılmadıkları, kılıyorlarsa kaç vakit kıldıkları maneviyatçı partilerle, maneviyatçı gazetelerce izlenecektir.
Milletvekillerinin TBMM'ndeki camiye devam cetvel çizilecektir.
Bu devam cetveli seçimlerde çok iş görecektir.
Seçim meydanlarında en çok konuşulacak konu da bu olacaktır.
Partililer namaza gitmeyen milletvekillerini kolayca yıpratacaktır…
TBMM'ne cami yapılması halinde bu camiye bir de imam gerekecektir.
Meclis imamı Türkiye'nin en saygın kişilerinden biri olacaktır.
Başbakanlara, bakanlara, milletvekillerine imamlık yapanın Müslüman ülkeler arasında da adı geçecektir.
Meclis imamı Mecliste gerine gerine gezecektir…
TBMM'si imamını Müslümanların halifesi yaparsak Müslüman ülkeleri ile ticaretimiz de artar.
Bütün İslam ülkeleri alışverişlerini bizimle yapar...
Sonra Hıristiyanların dini lideri olsun da bizim dini liderimiz niçin olmasın…
Onların dini lideri Papa ise, bizim de dini liderimiz TBMM imamı da "Halife" sayılsın…
Batı da Papa, solun gelişmesi karşısında nasıl birlik ve beraberliğin sağlanmasına katkıda bulunuyorsa, Halife de Müslüman ülkelerde solun gelişmesini önlemek için birlik ve beraberliği sağlar.
Bu sayede Türkiye Cumhuriyeti manevi eğitim ve manevi kalkınmayı yapar…
Önemli olan da manevi kalkınmaktır ağalar…
Zaten öbür dünyada yaşamaya hakkı olanlar,
Manen kalkınmasını sağlayan toplumlar…
ANAP iktidarı TBMM'ne cami yaptırma konusu üzerinde önemle durduğuna göre ekonomik (maddi) kalkınmadan umudunu kestiği anlaşılıyor.
Ekonomik kalkınmayı (maddi kalkınmayı) başaramayan ANAP iktidarı manevi kalkınmaya hazırlanıyor…
ANAP iktidarı manevi kalkınma alanında başarılı olacaktır.
Böylece batıdan geri olmadığımızı da kanıtlayacaktır…
Bu işe de TBMM'ne cami yaptırmakla başlayacaktır.
Allah rast getirsin...
Aminnn!...
Ankara, Barış, 27 Mayıs 1984
45- KADIN ERKEKSİZ OLABİLİR Mİ?
45- KADIN ERKEKSİZ, ERKEK KADINSIZ OLABİLİR Mİ?
Akıl almaz şeyler oluyor şu dünyada.
Yaşadıkça neler göreceğiz daha…
10 Haziran tarihli Bulvar gazetesinde birinci sayfada verilen haberi şaşırmadan edemedim.
İsterseniz, haberi birlikte inceleyelim.
"Kadın erkeksiz çocuk doğurabilirmiş…”
Doktorlar, üremede erkek spermine gerek olmadığını ileri sürmüş.
Araştırmalarında kadın yumurtalarının sperme ihtiyaç duymadan kendi kendine döllenebildiği görülmüş…"
Bağışlayın bu doktorlar halt etmiş…
Bu savda bulunanlar Dr. Jeremy Cherfas ile Dr. John Gribbin adında iki doktor.
Bu iki doktor da tüp bebek uzmanıdır.
Bu konuda bir de kitap yazmışlar.
Kitabın adı da "Değeri Abartılmış Erkek" koymuşlar…
.
Öyle sanıyorum ki bu kitap çok yakında yurdumuzda da yayınlanır.
Yayınlandığında ilgi çekecektir kapış kapış kapışılacaktır.
Kitaptan alıntılar yapılmış.
"Yakın bir gelecekte seksle ilgisi olmayan barışçıl bir bir toplum oluşacakmış."
Ne ahmak doktorlarmış bunlar; seksiz bir yaşamın tadı mı kalırmış…
Küçüklüğümde okuduğum bir gazete haberinde: Yalnız başına bağda kalan bir kadıncağız çocuğa kalır.
Gün geçtikçe karnındaki çocuk büyüyerek herkesçe görülecek bir durum alır.
Elbette kadının karnının şiştiğini görenler çocuğun babasını sorar…
Kadıncağızın verdiği yanıt çok ilginç: "Topraktandır!..”
Hani horozsuz yumurtlayan tavuklar için, "Topraktan alır yumurtlarlar ama bu yumurtadan civciv çıkmaz" denmiştir.
Kadıncağız da bunu anımsatmak istemiştir.
Eğer bu kadıncağızın karnı da doktorların buluş yaptıkları sırada büyümüş olsaydı,
Kadın da "Kendi kendimi dölledim.
Üremede erkek spermine gerek olmadığını doktorlar ileri sürmüyor mu…" diyecekti.
Bu buluşun gerçek olması durumunda birçok inançlar sarsılacaktır,
Örneğin, kutsal kitaplarda yazılan Adem-Havva efsanesi tartışma konusu olacaktır.
Yine kutsal kitaplarda yazılan "Biz sizi erkek ve dişiden yarattık" tümceleri de tartışma alanına girecektir.
Öyle ya, ya kadın erkeğe gereksinim duymadan kendi kendini dölleyecektir…
Bu buluş sonunda bazı dedikoducuların sesi soluğu kesilecektir.
Karnı şişen bir kadın: "Erkek spermine ne gerek var. Kendi kendimi dölledim!" diyecektir…
Şaka bir yana, bu doktorlar işin sosyal yanını ihmal etmemiş mi?...
Hiç kadın erkeksiz, erkek kadınsız olabilir mi?
Gerek erkek olsun, gerek kadın olsun, seks duygusu yalnızca çocuk yapmak için, yalnızca üremek için olmamıştır bütün canlılarda.
Çok yanılırız bu duyguyu salt üreme açısından ele aldığımızda…
Seks yalnızca üreme değildir.
Seks gereksinimi ekmek kadar, su kadar, soluduğumuz hava kadar zorunlu bir gereksinimdir.
Bu duygu bütün canlılarda yaşam enerjisidir.
Dahası bu seks duygusu organizmanın dengesidir…
Bu duygunun ne denli önemli olduğunu erkeklikten kesilmiş erkekler bilir…
Hele sessiz bir barış toplumu yaratılacağı konusunda doktorların ileri sürdükleri görüşlere hiç mi hiç katılmıyorum.
Tersine kadının kendi kendini dölleyip de erkeğin dışladığı bir toplumda tarihin hiçbir döneminde görülmemiş şekilde huzursuzluk çıkacağı görüşündeyim.
Kadının erkeğe, erkeğin kadına gereksinimi bir zorunluluktur.
Bu iki cins birbirini tamamlayan olgudur.
Yeter ki önemi biline
Yeter ki kadın erkek birbirini incitmeye…
Ankara, Barış, 14 Haziran 1989
46- GENİŞ DÜŞÜNEBİLMEK
46- GENİŞ DÜŞÜNEBİLMEK…
Anadolu’nun gazetesi olup, Ankara'da yayınlanan ULUS Gazetesi 7 ve 8 Haziran tarihli sayılarında üst üste birbirini tamamlayan iki haber verdi.
Haberin başlığı: "Yehova Şahitleri Ortaya Çıktı" şeklinde idi.
Yehova şahitleri, bayrak selamlamayı ve asker olmayı reddeden bir mezhepmiş.
Milliyetçilik, bayrak, askerlik, millî sınır ve milli egemenlik tanımazmış.
Uluslararası paktlara düşmanmış.
Milli bütünlüğümüz açısından büyük bir tehlike oluşturuyorlarmış.
Mezhebin lideri Mete Süer adında bir kişi.de diyor ki: "Biz ülkeyi bölmeye çalışmıyoruz. Devlete saygılıyız. En dürüst vergiyi Yehova şahitleri veriyor. Biz İsa'yı takip ederiz. Yakında kıyamet kopacak, dünyada sadece yeniden doğanlarla Yehova şahitleri kalacak!"
Önce şu kıyamet kehaneti üzerinde duralım.
Bu tür dinlerde yandaş toplamanın en kestirme yolu kıyametin kopmak üzere olduğu kehanetidir.
Halk toplulukları kıyametin olacağı korkusuyla sığınacak bir yer ararlar.
Bunlar içinde en güvenilecek, en güçlü olan "gizli güç" Tanrı'dır.
Kıyametin kopmak olduğu bir sırada kim imana gelirse Allah’ın gazabından kurtulmuş olacağı inancıyla, din yayıcıları yandaş toplamayı başarırlar.
Öyle bir izlenim yaratılır ki, kıyamet koptu kopacak.
İmana geldin geldin, gelmedin ise öbür dünyaya Allah seni yakacak…
İmana gelmezsen dinsiz imansız olarak gideceksin.
Ve Allah'ın cehenneminde çatır çatır yanacaksın.
Düşünsel ve ruhsal bakımdan gelişmemiş insanlar hayallerinde yarattıkları ideal bir dünyada yaşamak arzusu ile avunur dururlar.
İşin en ilginç yanı da Tanrı’yı da kendileri gibi sanırlar.
Kendileri, kendilerine inanmayanlara karşı nasıl düşmanlık duygulan ile dolup taşıyorlarsa,
Tanrı'nın da imana gelmeyenlere gazaba geleceğini sanırlar.
Bunun için türlü ekonomik, sosyal, kültürel sıkıntıları olan insanın karşısına kıyametin olacağı kehaneti ile çıkarlar.
Onları korkuya salarlar.
Korku yüzünden bir araya gelen kişiler kendi yanlışlarına, kendi yalanlarına, kendi korkularına başkalarını da kolaylıkla inandırırlar…
.
Dinler tarihi bilimsel bir gözle incelendiğinde bütün peygamberlerin kıyamet korkusu ile yandaş topladığı görülür.
Bu kıyamet korkusu, gelişmemiş toplumlarda halk yığınlarının korkulu rüyası olur.
Hüseyin Rahmi Gürpınar adındaki tanınmış bir yazarımız bu kıyamet endişesinin halk tabakalarında yarattığı korkuyu bir romanında çok güzel anlatır...
Bu Yehova Şahitleri bir karesinde de, kıyamet korkusu ile yakınlarımı imana davet etmişlerdi.
Olay 1970'te geçiyordu. Yazdıkları yazılarda kıyamet 1975 yılında kopacağını söylemişlerdi.
Kendilerine: "Yersiz bir korku içinde olduklarını, kıyamet olayının 1975'te olmayacağını, isterlerse bahse girebileceğimi" belirterek Nasrettin Hoca’nın şu fıkrasını anlatmıştım:
"Nasrettin Hoca'ya sormuşlar, "Kıyamet nedir?" diye. Hoca da "Ben ölürsem büyük kıyamet, hanım ölürse küçük kıyamet". (*)
Şimdi gelelim bayrak, askerlik, milli sınır tanımamaya. Dinsel inanışlar toplumsal gerçeklerle bağdaşmadığı sürece yaşama olanağı bulamazlar.
Şimdi, düşman gelmiş, sınırlarını aşmış, köyleri kentleri yağmalıyor.
Kadınlarımızı, kızlarımızı alıp götürüyor.
E, bu durumda, "Ben bayrak tanımam, ben askerlik tanımam, ben düşman tanımam, ben milli sınır tanımam" diyebilir misin?"
Görülüyor ki bu tür inanışlar boşlukta kalıyor…
Bütün bunlara karşın, Devletimiz bir hukuk devletidir.
Yurttaşların uyacağı kurallar dinsel buyruklarla değil, yurttaşları temsil eden TBMM'nin üyeleri tarafından belirlenmiştir.
Örneğin, Anayasamızın 24. maddesinde "Din ve Vicdan Hürriyeti" bölümünde şöyle denilmektedir:
"Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14. Madde hükümlerine aykırı olmamak üzere ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir."
Böyle bir yasa kuralı varken: "İslamiyet! Terk ederek din değiştirdi" diye herhangi bir kimseyi suçlamak hukuk devletinde yaşadığımızı bilmemek olur.
Çünkü Anayasa ve diğer yasalar herkes İslam olacak, ya da Hristiyan, Yahudi olacak demiyor ki...
Herkes dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir, diyor.
Bırakalım herkes dini inanç ve düşünce özgürlüğüne sahip olsun.
Yasaya aykırı bir iş yaptıklarında da devletin yargı organları cezayı versin.
Belki, inanışları bize göre yanlış, ama kendilerine göre doğru ya...
Ne hakkımız var karışmaya…
Ankara, Barış, 16 Haziran 1984
+
(*) Kıyamet: Bir simgedir. Doğal ve toplumsal düzenin bozulması, toplumdaki değer yargısının ortadan kalkması anlamına gelir... Ah! Ne olurdu halka bunu anlatabilsek…
47- KALKINIYORUZ…